28 Ağustos 2011 Pazar

BAYRAM MI GELMİŞ?


Ahyed Hâlidî

İşte yine gelmiş o, her sene gelen bayram!
Dîni yasak olana, hürriyet tadmayana…
Cemaatsiz, münferid, tâkatsiz.. binbir âlâm!
Ne ümmet, ne imâmet.. puta tapan tapana…

Piç gürûh üretmek çün, (aslım) nikâhı yasak!
Bombardıman altında, bugün sahîh nesiller!
Arzı sarmış zelzele, hangi müşrikden kaçsak;
Cihân öksüz, sâhibsiz.. nerde (Osmanlı) erler?..

Neyime benim bayram?. Bana (hürriyet) lâzım!
Anadolu’m işgâlde.. kime lâzımsa bayram!
Yılın her günü mâtem, kesikken benim başım;
Her gün “bilmem ne günü!..” Her gün şirkin.. ve haram…

“İmam nikâhı!” deyib, aşağılar iç müşrik!
“Teaddüd-i zevcâta” hırlar aslını münkir!
“Şehid!” kim?. Başörtülü ana “mücrim!”.. yok kimlik!
Asit içiyor millet.. bu bayram mı?. Bu zehir…

Soyumun kıymetleri bir bir yakıldı kökden,
“Âile” telâkkîmi benzetdiler gâvura!
Vahye müstenidken o, şimdi tanınmaz kirden,
Ne seâdet, ne ocak.. vücûd şimdi kadavra…

Ne gören var işgâli, ne duyan şehidleri!
Dînimin-nâmûsumun gizleniyor kâtili!
Nerde milyar Mehmed’in can ve kan bedelleri?.
Bayram gelmiş öyle mi?. Köküm yerde serili…

Demek bayram yapıyor “vatan-millet!” her sene!
Demek gözler görmüyor, kulaklar da duymuyor!
Demek hakkı haykıran, kalmamış üç-beş çene!
Ukbâ’ya göçdü de hep, kalan kalem yazmıyor…

Bir savruldu ki millet, güz mevsiminden beter,
Bütün bağlar bozuldu; ne er, ne hâne kaldı!
Artık duyan hani kim, ne acı ne de keder?.
“Hilâlsiz alem” yerde.. âileden âr kalkdı…

Ne dîn, ne mezheb ne de tasavvuf beğenildi!
Münâfık yıkdı bozdu, mezhebsiz sıvadı kir!
Müctehid fi’d-dîne “put”, velîye “kâfir!” dedi;
İçden dışdan kaynadı, necdî müşrik ve münkir

Bizans’dan farksız ülke, meydânda heykel, putlar!
Bizans’dan derme tüccâr.. hırsızın ağı tezgâh!
Bizans’dan idhâl kızlar, her yerde üryân, oynar!
Bizans’dan taklîd bayram.. işgâldeyken kıblegâh

(Devlet-meydan) yasaklar, İslâm’ın tamâmını,
Ceddimin mîmârîsi hâric, Bizans.. ne varsa…
Şu milletde benzemek, bellerken encâmını,
Bizanslaşmak hortlar da, görülmez hiçbir tasa…

ó
Bayram var, zamânı yok! Ne rü’yet, ne de hilâl!
Frenk takvimi olmuş rasathânede tanrı!
Millet ezberci kuzu, aslâ duymuyor melâl;
“Kur’an emri!” diyerek göğe kalkmaz başları…



Ramazanda oruç ye, bayram günüyse niyet!
Dokuz Zilhicce’de kes, olsun kebaplık hayvan!
Böyle düzene lâ’net, koyun müslime hayret!
Ne bir Muharrem belli, ne de kandilde meydân!


Demek yine geldi o, yokken ona hakkımız;
Bindörtyüz onbeş kere, bu nasıl lûtufkârlık?
Küheylânla dört nala, o gelir, biz kaçarız;
Kucaklaşamıyoruz: Kol kırık, kanat kırık...

Satvetli devirlerden, nasıl da bir bir indik!
Bu nasıl mahvolmuşluk, nefes almak bile zor!
Nerde kaldı ki bayram, nerde kaldı ki şenlik!
Şu son asırla gelen, onbeş asrı yakan kor...

“İslâm” duyulmuyor hiç, dillerde “dembokrasi!”
Rabb olmuş bu, öyle ki, gece-gündüz zikirdir!
Resmen  tapınılmada, kalmadı Müslim cinsi;
“Topdan irtidâd!” diyen, Şeyhülislâm Sabridir…

Uçmaya sınır kellen, direnirsen ezbere!
Esâret, “bayram!” diye din biçilmiş millete!
Cedd yolları kesilmiş, çıkmaz bu yol rehbere,
Zehri altun kupalar, hâlâ taşır meyyite!.

Varsa bir bayramınız, demek (hürsünüz) dostlar!
Kendim bildim bileli, ben onlarsız yaşarım!
Çocukluğumda kaldı misk kokulu sabâhlar;
Şimdi zındandır mekân, yok bayram urbalarım...

Bayramlardan kalansa, vâciblerse tekbirler,
Bir de O’nun hasreti: Bastığı hâki hayâl!
“İmân öfkesi” yoldaş, ziyâretgâh kabirler;
Yandı zaman ve mekân, HAKK dışında can muhâl…

ó
óó

Zulmün zincirlerini kırmakdır bana bayram!
Şirk hortumları yerse kılıcımı, ne a’lâ...
Şu cendere dünyâda, yoksa yaşar mı adam?
İzzetle ölmek varken, yaşanmaz zillet aslâ!..


23 Ağustos 2011 Salı

ORUÇ VE İFTARLARI YEHÛDİYYET VE NASRÂNİYYET İLE “TELBÎS ETMEK” (BULAMAK) REZÂLETLERİ…


“Evvel yoğidi işbu rezâlet yeni çıkdı!”
Kilisede, havrada, papazlarla ve hahamlarla iftâr etmek… AKP, DİB, İlâhiyatçılar ve Okyanus Ötesi “Hoşgörü-Diyalog” misyonerleri ile (z)iyonistleri, ABD, AB, Vatikan, Fener ve Tel-Aviv orduları tam bir müttefik cebhe hâlinde İslâmiyet’i de (reformize) ederek beşer uydurmalarıyla dolu (Luter dinine) çevirmek içün her gün adım adım yol almaktadırlar!
“Hoşgörü-diyalog” din-i beşerîsi, Kur’ân-ı Hakîm ta’bîriyle öyle bir “telbis” fezâhati peşinde ki, “Haqq’ı bâtıl ile telbis!” yani Elmalılı Merhûm’un diliyle “haqqı bâtılla bulamak!” bu kadar olur!
Başvekîl Kasımpaşalı Âtıfetlû Receb Tayyib Paşa da, Ramazan sonlarına doğru haham-papaz mutfağında hazırlanmış nesnelerle bir “iftara!” katılacakmış!  
Hürriyet’in haberini okuyalım:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Rum, Ermeni, Musevi, Süryani, Keldani, Ortodoks Bulgar, Ortodoks Gürcü ve Latin Katolik cemaat vakıflarından oluşan 162 vakfın ev sahipliğini yaptığı iftara katılacak.”
(Allâh Allah, kendi dinlerinde olmayıp mücerred İslâmiyyet’de olan bir ibâdet şekli içün bunca gayr-i müslim cemaatin el birliği ederek bu işde bir araya gelmesi, mercimek kadar aklı olanı düşündürür… 15 asırdır başda Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm olduğu halde yüzbinleri bulan nice İslâm ulemâsının yerine getirip muvaffâk olamadığı (!) böyle bir ittihâd ve ittifâkı, şu senelerde kuvveden fiile (!) çıkaran bu adamlardaki esrâr, cidden müthiş bir merak sebebi olmalı… Dünyâ çapındaki planlar, nelerin neler karşılığında satışa çıkarıldığı, “yeni dünyâ düzeni!” diye “Türkçe Olimpiyatlarında” 130 memleket çocuğunun haftalarca bağırtıldığı da nazara alınırsa, dünyâ insî şeytanları artık topla tüfenkle memleketleri zaptetmeyi değil, iftarlardaki “boğaz harbleri ve işkembe tarrakalarıyla” milletleri dize getirmenin peşinde görünüyor…)
Haber devam ediyor:
“-Cumhuriyet tarihinde ilk olma niteliği taşıyan buluşma, 28 Ağustos'taİstanbul Arkeoloji Müzesi bahçesinde gerçekleşecek. Bu buluşmayla ilgili süreç, azınlık vakıflarının Vakıflar Meclisi'ndeki temsilcisi Laki Vingas'ın mektubuyla başladı. Vinkas, temmuz ayında Başbakan Erdoğan'ı mektupla iftara davet etti. Erdoğan davet üzerine kurmaylarına, “Bu iftara katılacağım. Gerekli planlamayı yapın” direktifi verdi.
Katılım kararı üzerine çalışmalarını hızlandıran azınlık vakıfları, iftarda temsilcileri aracılığıyla, yeni anayasa sürecindeki beklentilerini de Başbakan Erdoğan'a iletme şansı bulacak. Azınlık temsilcileri, vatandaşlık tanımının yeni anayasada azınlıkları da kapsayacak şekilde yeniden ele alınmasını isteyecek, “Anayasa'da kendimizi de görmek istiyoruz” mesajı verecek. Laki Vingas, “Geçen yıl Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç'ın katılımıyla bir iftar gerçekleştirmiştik. Bu yıl Sayın Başbakan da katılıyor. Sayın Başbakan bizi çok mutlu etti, onurlandırdı. Bu iftar bir ilk olacak dedi.”
Adamlar “anayasalarında!” kendilerini de görmek istiyorlarmış! Zaten şimdiye kadar yapılan “anayasalarının” hiç birinde millet kendini göremedi ki! Hep yüzde bir-ikilik kriptolar ve gayr-i müslimler kendilerini gördü…
Türkçesiyle bu iftarlar öylesine istismar edilir hâle geldi ve aslî berraklığından da öylesine çıkarıldı ki, midelerimiz bulanmakdadır; ve böylesine idâreciler elinde Allâh’ın Dîni daha ne hallere sokularak bilinmez vaz’iyyete sürüklenecekdir  diye de nefret ve reddimizi nasıl dile getireceğiz bilemez olduk!
Kirli, pis ve müşrik politika, “laiklik” şirkiyle 74 senedir kendisine bağladığı Mukaddes ve Muazzez dînimizi yehudi tahrifçiliğine denk bir haltedişle istediği kılık ve kalıba sokmakda zerre kadar Allâh korkusu, utanmak ve insaf taşımaz olmuşdur…
İslâm (Şeriat) hukûkunda oruç, zarârât-ı dîniyyeden bir emir ve imsâk ile iftâr arasında Allâh adına ve mücerred O’nun rızâsı içün tutulan en ana 5 ibâdetden biri…
1. veya 5. Ana ibâdetin (CİHÂD) olduğunu zaten binbir tahrif, külleme, sevgi, saygı, sulh (barış), hoşgörü-diyalog sihirbazlıkları ile ortadan kaldırdılar!
Orucu da papaz ve haham mutfağına ta’zimler sunarak ve Allâh Azze’nin “Allâh’a iftira etdikleri içün Allâh düşmanı ilân ederek lânetlediği ve mü’minlere düşmanlıklarını müşriklerden evvel Kur’an’da zikretdiği” adamlara ta’zîm ederek ve böylece Allâh’a meydan okuyarak tayyetdin mi; ve bunun bitirilişine de böylece bir cilâ çekdin mi, “5 yıldızlı diyalog ve (z)iyonist siyâmını!” yakaladın demekdir!…
Zekât zaten Şeriat’ımızın istediği şekilde ve muayyen ve tâdâd edilen yerlerine değil, müessise “kurum” denen baca kurumlarına aktarılmakda; ve  zekâtlar, bu kabil yerler tarafından yıllardır gasbedilelerek çokdaaan buharlaşdırılmış bulunmaktadır!
Namazlarsa, en evvel icâbına bakılan Şerîat emri ana ibâdetlerden bir diğeri… O, ta’dîl-i erkân ve hulûs yerine ikâme edilen akrobatik hareketlerle laik ve dembokrat devlet me’mûru ve hizmetlilerinin (din adamlarının-ruhbân sınıfının) kumandasında olarak hanidir hatm-i enfâs eyleyeli…
Hacc mı? O zaten turistik ve ticârî gezintilerin vehhâbî kuyruğuna bağlanarak mekanikleşmesi ve gökdelenlerdeki otel motel çatılarından (Beytullâh’a) kuşbakışı meydan okuma panayırları!
Orucu, bu oruçla ve onun bağlandığı mutlak din İslâmiyyet’le alâkası olmayan, bundan da beter, bu dinin SON ve EN BÜYÜK peygamberini, PEYGAMBARLER PEYGAMBERİNİ (hâşâ ve kellâ) “yalancı ve sahtekâr!” tanıma ana îmânına sahib adamların arasında zerre kadar din hassâsiyeti taşımadan edâ numaralarına girişmek, yer altındakiler de hesâba katılınca milyarlarca müslümana hakâret ve onları küçümsemekdir; ve onları zerre kadar umursamamak ve dinlerine de asla hürmet etmemekdir… Sarık cübbesi de olsa, “âyînesi işdir kişinin”, atıp tutmasına, sıkıp gürlemesine, Cuma kılmasına, karısını sıkma baş eylemesine bakılmaz! Îmân-ı ŞER’ÎSİNE, evet, evvelâ ve herşeyden evvel ALLÂH’ın Kelâm-ı Kadîm’indeki hüküm ve haberlerin tamâmına kayıtsız şartsız ve lâ şekk velâ şübhe tasdîk ve tahsînine bakılır…
Kelâm-ı Kadîm’in, Allâh ve Rasûlü’ne (iftira) atdıklarını 15 asırdır bütün Kâinâta haykırdığı, bunun içün de “kâfir” olduklarını, lâ’netlendiklerini, ebediyyen cehennem malzemesi kalacaklarını nice âyetleri ile beyân buyurduğu bu adamlara  bu denli yakınlık ve yalakalık; ve onlarda fânî olmak derekesinde bu dereke yardaklık içine girmek, tarihde ilk defa görülen fevkalâde bir iflâs ve ebedî bir suç teşkîl edecekdir…
Re’yini aldığı milyonların dînine, inanmasa da bir politikacının saygılı olması, olamıyacaksa en azından (hakâret etmemesi), en asgârî bir insanlık ve edeb mes’elesidir. Oruç tutan insanlar arasında güpegündüz sokak meydan birşeyler yemek o insanların dinine nasıl bir hakaret ve saygısızlık ise; yine o insanların dinine bakışları ma’lum bulunan; ve bunu da 15 asırdır akıtdıkları kanlarla ve katletdikleri bedenlerle isbatlayan; ve müslümanlara aslâ dost olamayacakları ALLÂH’IN KİTABIYLA APAÇIK MEYDANDA BULUNAN; ve iman ve şahsiyet yapıları KİTABLARA GEÇEREK APAÇIK GÖZ ÖNÜNDE VE ORTADA DURAN BU ADAMLARIN arasında oruç ibâdetini edâ ediyor görünmek de aynı şeydir… Hatta bin kere daha vahim bir manzara…
O adamların, inanmadıkları ve üstelik düşmanı oldukları bir dinin, inanmadıkları bir ibâdeti olan orucunu, inanmadıkları bir zaman ve inanmadıkları bir mekân içinde, yine o adamların sahte ve “sanal” hesablarına malzeme yapan politikacılar, bu derece ağır bir İslâmiyyet istismârına cür’et etmekle, oy’unu (re’yini)  aldıkları kalabalıklara karşı büyük bir cinâyet işlemektedirler…
 Gayr-i müslim vatandaşlarının davetine, yemeğine, bilmem nesine icâbet ayrıdır; ve fakat, mücerred İslâmiyyet’e âid ibâdeti, bunların münkiri olanlarla müşterek bir zemin ve zaman içine sürükleyerek yapıyor görünmeye kıyâm etmek çok farklıdır… Bu basit bir yemek ritüelinden ibaret, sıradan ve basit bir keyfiyet olamaz. İnsanlık kadar eski mukaddes kıymetler (değerler) manzûmesinin, babadan miras kalmışcasına mıncıklanışı ve harcanışı, mutlak sûretde (gadab-ı ilâhîyi) celbedecekdir…
Piyasada, herkesin adını bildiği bir takım şarlatan ve yalamaların değil de, Osmanlı Ruhunda yetişmiş Şeriat Mütehassısı Büyük zevât-ı Kirâmın satırlarına müracaat edersek, keyfiyet çok daha çarpıcı ve dehşet verici olduğu halde şöyledir:

1)             Büyük Mürşid Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinden:

“-Kâfire ta’zîm ederek hürmet göstermek veya zımmîyi ta’zîm ile selâmlamak veya bir mecûsîye ta’zîm ile “Yâ üstâd!” demek küfürdür…” (Câmiul Mütûn, 1988, s:126)

2)             “-Bir kimse kiliseye veya buna benzer ibâdet yerlerine ruhban ve papazları ziyaret etmek içün veyahut teberrüken girerse, veya onlara has bir işi yaparsa,…..kâfir olur.” (A.g.e. s: 145)

3)             “-Ben kiliseyi, mescidi, papazı ve imamı sever ve i’tikâd ederim diyen kimse kâfir olur. Bir kimse kâfir dostuna daha fazla yaklaşmak içün, sen dinini muhafaza et, ben de edeyim, yahut, senin dinin de haqq, benim dinim de haqq, hepsi Allâh’ın dini, hepsi iyidir derse kâfir olur.” (A.g.e. s: 143)

4)             Büyük Dâhî ve Müfessir Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi Merhûm’dan:

Kasas Sûresinden âyet meâli:
“-..sakın kâfirlere zâhir olma, cemiyetlerine katılıp küfürlerine kuvvet vermekden korun ve sakın o kâfirler seni Allâh’ın âyâtından çevirmesinler.” (1936 tab’ı, c:5, s: 3759)

5)             Elmalılı Merhûm Mâide 51. Âyeti şöyle tefsîr eder:
“-Yehûd ve Nasârâyı evliyâ ittihaz etmeyiniz.” – Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız. İtimad edip de  yâr tanımayınız, YARDAKLIK etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine, muâvenetlerine mürâcaat etmek, evliyâ-yı umûr yapmak şöyle dursun, onlara hakîkî bir ahbab gibi kemâl-i safvetle itimad edip de kendinizi kaptırmayınız. Velhâsıl onları yâr olur zannedip de yârânınız gibi sıkı fıkı muâşeretlerine dalmayınız. TUZAKLARINA düşmeyiniz, hevâlarına iştirâk etmeyiniz……. Ne yehûd kendilerinden olmayana yâr olur, ne de nasârâ.. Bunların dostlukları kendilerine münhasırdır. Bu da hepsi arasında değil, ba’zısı beynindedir. (Âyet meâli: Ve siz mü’minlerden her kim onları YÂR TANIR,  veli tutarsa, şübhe yok ki o da onlardandır.) Onlara temessül etmiş, onların huyunu kapmışdır. O ARTIK HAKK’A DEĞİL, ONLARA VE HEVÂSINA HİZMET EDER. NETÎCE İTİBARIYLA ONLARDAN SAYILIR. ÂHIRETDE ONLARLA BERABER HAŞROLUNUR….. BİNÂENALEYH YEHÛD VE NASÂRÂYI (hıristiyanları) VELÎ İTTİHAZ EDENLER DE ONLARDAN OLUR, BAŞLARINI KURTARAMAZLAR…… Yehûd ve nasârâ içinde onların müvâlât ve muâvenetleri bâbında hızla koşuşurlar. (Âyet meâli: Korkarız ki devir aleyhimize döner, başımıza bir musîbet erer, derler…” (A.g.e. c: 3, s: 1711-1712)

6)             Müteâkıb âyetlerin tefsirinde de şunlar yazılmış:
“-İşte yehûd ve nasârâyı evliyâ (dost) ittihaz etmek, böyle NİFAK gibi bir maraz-ı kalbîden neş’et eder ve İRTİDÂDA DÂÎ (sebeb) olur. Bunun da âkıbeti habt-ı amel ile hüsrân-ı küllîden başka bir şey olamaz. Çünki irtidâdın cezâsı budur….. Bu âyet,……doğrudan doğruya umum mü’minlere alelıtlak (ekseriya) irtidâdın bir hükmünü tefhim içün nâzil olmuşdur. Müfessirîn burada, bu âyetin ihbârına müntabık olmak üzere bilahare muhtelif zamanlarda vukua gelen 11 irtidâd vak’asından bahs etmişlerdir ki, 3’ü Rasûlullâh’ın irtihâlinden evvel vâkı’ olmuşdur.(A.g.e., s: 1714-15)

7)             Mâide sûresinin diğer âyetleri hakkında da Merhum şöyle buyurur:
“-…Ey Ehl-i Kitâb! Sizin bizden hoşlanmamanız, bizi ta’yîb etmeniz (ayıplamanız), dinimizi beğenmemeniz hiç başka bir şeyden değil, ancak 2 sebebden dolayıdır.
1)      Bizim Allâh’a ve Allâh tarafından bize, bizim Peygamberimiz Mu….d Mustafa’ya erdirilen şir’a ve minhâce (şeriata), Kitab ve Sünnete ve bundan evvel geçen Peygamberlere inzal edilmiş olan kitablara ve bu meyanda Tevrat ve İncil’e de îmân etmemiz;
2)      Diğeri de, sizin ekserinizin fâsık olmasıdır.
İşte bizi beğenmemenize ve bize kızmanıza bu iki şeyden başka sebeb yokdur…… Şu halde sizin bizden hoşlanmamanızın yegâne sebebi fıskınız ve vicdansızlığınızdır. Filvâki dar kafalılar yüksek kafalıları, vicdansızlar vicdanlıları, fâsıklar sulehâyı sevmezler ve onları iz’âc etmek içün ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelse bir yudum suda boğmak isterler. Ekâbirin kıymeti de bunlara tehammül etmek ve mücâhede eylemekdir. Demek oluyor ki bu âyet, ehl-i kitâba cevâb verirken evvel emirde müslümanlara bir DERSDİR. ÇÜNKİ MÜSLÜMANLAR AN CEMÂATİN BU CEVABI VEREBİLMEK İÇÜN BU GENİŞ VE KUVVETLİ ÎMÎNA SÂHİB OLMAK VE EKSERİYET FÂSIK OLMAMAK LÂZIM GELİR.
YOKSA YEHÛD VE NASÂRÂNIN FISKINA İŞTİRÂK EDİB DE ONLARA KENDİNİ BEĞENDİRMEYE ÇALIŞMAK VEYA ONLARA GALEBE ÜMİDİ BESLEMEK, HEM HAKKA İFTİRA, HEM DE KENDİNİ TERZÎL (REZÎL) ETMEKDİR.” (A.g e. S: 1723-24)

8)             Elmalılı Merhûm, Nisâ Sûresindeki bazı âyetler içün de şöyle yazıyor:
“- (Meâl-i Şerîf: “Ey mü’minler siz, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost ittihâz  etmeyiniz. Münâfık olduğunuza dâir Allâh içün aleyhinize açık ve müdâfaası gayr-i kâbil bir hüccet ve bürhan vermenizi ister misiniz? Elbetde istemezsiniz değil mi? Halbuki mü’minleri bırakıp kâfirlerle muvâlât etmek, münâfıklığın açık bir bürhânıdır.”
 (Âyet meâli: “Münâfıklar hiç şübhe yok ateşin en alt tabakasındadırlar.” Bunlar kâfirlerin en habîsi ve en sefili olduklarından yerleri de cehennemin dibidir.” (A.g.e. c: 3, s: 1503)

9)             Gene Elmalılı Merhûm’dan:
“- Şu halde zâhiren müslüman görünüp bâtınen küfr ü nifak taşımak, dini, makâsıd-ı hasîseye âlet yapmak, dini oyuncak ve eğlence yerine koymakdır; ve bununla evvelâ ızhâr-ı İslâm ederek müslümanlara içlerinden fesad saçmak isteyen (dönme kâfirlere) nazar-ı dikkat celbedilmişdir.” (A.g.e. c: 3, s: 1722)

Merhûm Müfessirimizden devâm edelim:
10)         “- Fakat müşrikler ve kâfirler gibi kuvvetini haqqdan değil, bâtıldan almak ve yalınız kendi arzularına kuvvet vermek emelinde bulunanlar, yapacakları işlerde ya hiç kimseden istiftâya  (fetvâ almaya) tenezzül etmezler veya müftîlerini âcizlerden, müdâhinlerden (dalkavuk- yardakçı-yalakalardan) ve mâcinlerden (hîle öğretenlerden) intihâb ederler. Bunlar da (bu müftîler de) ya hükm-i haqqı bilmezler veya bilseler bile müsteftînin (fetvâ isteyenin) arzu-i nefsine hizmet içün asılsız veya zâif zaif fetvâlar verirler ve binnetîce bundan salâh yerine fesad ve kuvvet yerine za’f hâsıl olur.” (A.g.e, c.3, s:1484)

Müslümanların gayr-i müslimlere ve münâfıklara bakışı, dinde söz sâhibi olan icâzetli yani hakîkî ulemânın ve muteber müfessirlerimizin tefsir satırları ile sâbit olduğu şekliyle apaçık yukarıdaki gibidir. Globalizmin anaforuna kapılarak bu adamlara Allâh’ın yegâne dînini (nizâmını) peşkeş çekmek isteyenler, erinde sonunda hem de onların ökçesi altında kalıp ezileceklerdir…
İnsanlık târihi, bu fezâhati işleyenlere Mevlâ’nın ne cezâlar verdiğini kütübhâneler dolusu kitablarıyla apaçık ortaya koymuşdur.
Hangi laik ve dembokrat politikacı sihirbaz, gayr-i müslim vatandaşları ile ne derece can ciğer kuzu sarması olacaksa olur, müslümanlar bunların topundan da berîdir. Bizim, onların bu hallerine veya beraberce yiyip içmelerine karışacak bir vaz’iyyetimiz de olamaz. Kim kimin mutfağından haram helâl demeden neyi ne kadar, hangi hayvanın etini budunu dişleyecekse dişler ve yer! Hem de aksırıncaya tıksırıncaya kadar…
Ancak müslüman görünerek, müslümanlığın yukarıdaki temel esaslarını, mübârek ve mukaddes iftarları kullanarak Şeriat-ı Mutahharanın hakîr gördüğü adamlara (yalakalık uğruna) bozmak, tahrîf etmek ve mukaddesleri onlara peşkeş çekmek, her müslümanı alâkadâr eder; ve hatta bu kabil abuk sabuk, indî ve keyfî sakatlıkları şiddetle kınar (tel’în eder), gerekirse içi yanarak Rabbine havâle ile, duâsını nasıl yapacağını da bilir… Zâlimlere nasıl duâ edileceği de, yine Kur’ân âyetlerine dayanarak Merhum Elmalılı tarafından apaçık belirtilmektedir.
(Lâ yuhibbullâhül cehra bis’ sûi minel kavli illâ men zulim…. âyetinin tefsîrine bakınız!)
Global merkezlerin kuyruğuna takılarak, bir nevi onların parmaklarında oynamaya başlayanlar, asrın “hoşgörü-diyalog” azîm fitnesini artık hudud tanımaz derekelere taşırlarsa; ve bunu yaparlarken de milletin dînî değerlerini (kıymetlerini) hiçe sayarak bunları sulandırmaya kıyâm ederlerse; ve böylelikle de Allâh indindeki yegâne HAKK dîni politikalarına ve hasis emellerine âlet edip istismâra yeltenirlerse; ve binnetîce cür’etlerini o Mukaddes ve Muazzez Dine en sunturlu hakâretlere kadar vardırırlarsa, encamlarının ne olacağını, gene Kur’ân-ı Hakîm haber vermektedir ki, nasibse onları da bahse mevzû’ ederiz…  

23 Temmuz 2011 Cumartesi

(4) ABD GÜDÜMLÜ OKYANUS ÖTESİ MERKEZ, “TÜRKÇE OLİMPİYATLARI” MASKESİYLE, 130 MEMLEKETE SIZARAK VE 1000 ÇOCUĞU VARYETE ARTİSTLERİ HÂLİNE GETİREREK, ONLARI, PATRONUNUN “YENİ DÜNYÂ DÜZENİ” İÇÜN “YENİ BİR DÜNYÂ KURACAĞIZ!” DİYE BAĞIRTIYOR!

18) Okyanus Ötesi “Hoşgörü-Diyalog” religionu merkezin bir evvelki makâlemizdeki cümlesini tekrar hatırlayıp sonra devâm edelim:

“-Demokrasi geriye dönülemez bir süreçdir. Demokrasinin gelişimi olgunlaşması, Darwin’in evrim teorisi ne kadar doğru bilemiyeceğim ama, ruhda, insanların düşüncelerinde evrim yaşandığına şübhe yok.”

Bunu ta’kîb eden muttasıl cümle (veya fetvâ) şöyle devâm eder:

-Bir gün yüksek seviyeli demokrasiye erişilecekdir. Önce zamanın yorumunu beklemek lâzım. Zamana saygılı olmak lâzım.” (Global Hoşgörü, Nevval S. 2002, s:136)

Bu iki cümle ile verilmek istenen mesaj şudur:

“-Dembokrasiden artık dönülemez. O, öyle bir sistem (religion)dur ki, dâimâ “gelişim ve olgunlaşmaya” açıkdır. İslâmiyet bu meziyetlerden mahrûmdur, 15 asır evvel hangi şer’î delillere sâhib olarak vaz’edilmiş ise hep öyle kalacakdır ve durmadan değişen dünya şartlarına göre O’nu değiştirmek muhal…

O halde ve bu değişikliğe mecbûr olduğumuza göre, bunu da ancak dembokrasi ortaya koyabilir! Öyle ise İslâm, dembokrasiye tâbi’ olarak, evet ona tâbi’ olarak bunu (kurbağaca “evrim”, lâtince ve biyoloji literatüründe “evolüsyon”, Türkçede ise bedâheten butlânı mutlak “tekâmül” nazariyesi) ortaya koymalıdır! Nasıl ki Darwin, yer yüzündeki canlı türlerinin (lâtince species) ve cinslerinin (lâtince genus) ayrı ayrı ve bir YARADICI tarafından yaratıldıklarını kabûl etmez! Ve bir takım gazların belli nisbetlerde terkîbi netîcesinde ve mikroskopik olmanın da çok altında bir ilk canlıdan evolüsyon=tekâmül usûlü ile meydana geldiklerine inanır! Meselâ o ilk canlıdan, amip, amiplerden paramesyumlar, onlardan daha sonra insektalar, mollusklar, balıklar, sürüngenler, kuşlar, memeliler, maymunlar ve homo sapiens maymunlarından da biz hoşgörü ve diyalogcu insanların ve Büyük bilim adamı Darwin cenâblarının dedeleri tevellüd etmiş, meydana gelmişdir!

Darwin, böyle bir tekâmül (evolüsyon=evrim) teorisi ortaya atar! Bu evolüsyon, bize göre nasıl uzviyet=organizma cihetinde olmuşsa, “ruhda ve insan düşüncelerinde de evrim=evolüsyon yaşandığına şübhe yokdur!”

Öyle ise organizmalarda olduğu gibi, “ruh ve insan düşüncelerinde de bir evolüsyon (tekâmül) olmak zorundadır… Ve bunu, şer’î delilleri sâbit ve Kitâb, Sünnet, icmâ’, ve kıyâs-ı müctehidîn olan, dembokrasi gibi her kılığa girmeya aslâ müsâid olmayan, kânûn ve kâidelerini aslâ zaman ve zemîne göre oyuncak etdirmeyen ve zarûret olmadan ruhsat vermeyen İslâmiyyet gibi bir DÎN ortaya koyamaz!

Bunları, ancak bir gün, “yüksek seviyeli demokrasiye erişebilecek” yani evolüsyon kabiliyyeti ortaya koyabilecek dembokrasi yapabilir… Dolayısıyla bu ana temel esas olmak üzere İslâmiyyet’in her noktasını yeniden ve bu evrime=tekâmüle ayak uyduracak şekilde nizamlamak şartdır! Aksi halde “ruhda ve insan düşüncesinde” bir ilerleme olamaz ve insanlık iflâs eder! Çünki o din, cihadıyla kulun kula kulluğuna, ibâdetleriyle geniş mezhebliliğe, muâmelâtıyla laikliğe, îmân esaslarıyla dembokrasiye, ukûbâtıyla hoşgörüye, tesettürüyle metres sanâyiine, hılâfetiyle cumhûriyyete, münâkehâtıyla kadın ticâreti ve kadın sömürüsüne, ters mi ters… Bütün beşerî sistemleri “Lâ İlâhe…!” deyip kökünden kazıyor ve acımasızca yasaklayıp cehennemin esfeline gönderiyor, zerre kadar “hoş ve boşgörü!” tanımıyor…

Bana verilen misyon da işte budur. Bunu bana kimin verdiğini, etrafımdakilere, istihbârât teşkilâtlarından korumalarıma, dostlarıma ve beni göklere çıkarıp adıma enstitüler açanlara, bazı kitablarımı üniversitelerinde okutan haçlı yârânıma, etrafımda dönen boyâniyye ve bayâniyye takımlarına, Abant Platformlarında adımı kutsayan ateist gazeteci ve prof murof gürûhlarına, resmî ve gayr-i resmî mekânlara ve hükûmet içlerine “sızıntı” dergisi gibi sızanlara ve sazanlara, “Benim Allâh tarafından özel olarak görevlendirildiğimi!” Samanyolu televizyonundan ve hastahânedeki yatağından bütün dünyâya ilân eden aziz dostum Vatikan’ın İstanbul Temsilcisi Georges Marovich’e bakarak ve zerre kadar beyin hamûlesi de taşınıyorsa, çok kolay bulabilirsiniz!”

Darwin’in küfr ü dalâlet ve şirk ve fesâd teorisi (nazariyesi) farz-ı muhal, isbât edilir de, ateizma ve Darwinizma’lı dembokrasi dünyâsının baş râhib ve rûhânîleri artık “Darwin kânûnu!” demeye ne zaman başlarlarsa, işte o zaman, “yüksek seviyeli dembokrasiye” de “dembokrasi kânûnu!” diyebilirler!

Beklemeliymiş! “Önce zamanın yorumunu beklemek lâzım. Zamana saygılı olmak lâzım” mış!

Doğrudur, Büyük dereceli yahudi Darwin “cenabları!” bile, “milyonlarca senelik zamanın yorumu sonunda ve o zamana saygılı olarak!” teorisini (nazariyesini) ancak patlatabildi!

Buradaki “ruhda ve insan düşüncesindeki evrim” içün de, acele etmeden ve Darwin Marvin, evolüsyon mevolüsyon gibi ateizma züppeliklerinden anlamayan ve “Hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye” deyû Okyanus Ötesi peşinde haldır haldır yürüyen canların ağzına, bazı meşk şablonları verilmelidir! Hem de büyük bir kerâmet ızhârı gibi ağızdan ağıza dolaşan, şu “ümitvâr olma ve dünyâ fütuhâtı nazariyesi!” gibi:

“-Şimdi ekim zamanı, kendimizi nâr-ı cahîmde yakmak pahasına bu yolda ilerleyecek ve yavrularımızın önünü açacağız, hasat zamanı belki de 500 sene sonra karşımıza çıkacak, ama çıkacak, netîce o zaman kesinkes alınacak!”

Ha gayret! Darwin’in evolüsyonu içün milyonlarca sene geçmiş ve o kadar zaman “zamanın yorumu beklenmiş ve zamana saygılı olunmuş!” da, “ruhda ve insanlık düşüncesindeki!” kurbağacası evrim, Lâtincesi evolüsyon olan bu beridekisi içün neden bir 500 sene pusuya yatıp “zamanın yorumu beklenmesin ve zamana saygılı!” olunmasın?. Global patronların rüzgarı da arkadan tatlı tatlı eserken! Neden?.

Sonunda olur ya, belki o zaman balık da kavağa çıkar! O zaman balıklara kadar her hayvanla diyalog kurmak bile mümkin olabilir! “Zamanın yorumu beklenmeliymiş!”, müctehidlerin istinbatları (yorumları) nasıl olsa artık eskimiş, yıpranmış, dökülmüş! Biraz da zaman yorumlasın!. Zamansız evrim=evolüsyon olmayacağına göre, bir 500 sene herşeyi halledecekdir…

Kastedilen, tabii Okyanus Ötesinin neşir organı “Zaman” gazetesi ve onun bazı ateist dembokratları ve bunların “yorumları!” değil!

Darwinvârî bir zaman!

Şu denilmek isteniyor:

“-Biz, Büyük Usta Darwin gibi uzun va’deli hesablar peşindeyiz! Bunu herkes anlamaz, hele 15 asırlık fanatik ve fundamantalist, terörist, aşırı ve haşarı mollalar hiç anlamaz!”

Darwinist dünyaya da pay verip onların da gönlünü almak, “hoşgörü-diyalog religionu!” zâviyesinden hiç de fenâ bir taktik sayılmamalı!

Hem “zamana da saygılı olmak!” lâzımmış! Tabi, zaten “zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” demiş cumhûriyet ve dembokrasi ukâlâ ve hükemâsı! Yalnız zamana mı, mekâna da uymalı!

19) Yoksa şu fetvâ nasıl verilebilir? Nevval Sevindi’sinin “Sohbetnâmesinden!” noktasına kadar, buyrun:

“-At eti dâhil yiyin ve o insanlar gibi yaşayın, düşünün!” (A.g.e.s:116)

Çin’deki “Türk Okulları!” gönüllüsü mücâhidlere bayram, yaşadılar! Bol bol sıçan etine devam! Çok da gevrek ve çıtır olurmuş!

Çinliler ve Japonlar gibi de yaşamaya başlayınca (geyşalar) yani oranın erkeğe her türlü hizmet veren dişilerine de gün doğdu demekdir!

Müşteriler çoğalacak! “Onlar gibi düşün onlar gibi yaşa!”

İstersen sıçanlarla geyşaları “Kendin pişir, kendin ye!” Hepsi câiz! Yeter ki “Hoşgörü-diyalog” evrimi=Tekâmülü yaşasın, onun kılına hata gelmesin!

Artık uzak doğu religionları, âdet ve felsefeleri içinde İslâmiyyet’e ters hiçbir şey olamaz, yok yokdur, topuna da hoşgörü!

Dünya sulhü içün bütün beşeriyyet, tam da böyle bir “hoşgörü şâheseri!” fetvâya, ne kadar muhtaçdı! Atla dünyâ okyanusuna, orada bir güzel Allâh’ın dînini erit, ne kan yüzü görmek içün (cihad) kalsın ve ne de gazevât!

Bir tek CİHAD emri kalacaksa, o da, 30 yıllık evrimle gelinen bu noktada, ancak, “hoşgörü cihâdı” olabilir…

20) İnanmayan, Nevval Sevindi’sinin aynı kitabından “Okyanus Ötesi” fetvâyı noktasına kadar vecd ve istiğrâk hâlinde okusun:

“-Hiçbir şeye karşı cihad ilân edilmese de, mümkünse hoşgörü için cihâd ilân edilmeli.” (A.g.e. S:85)

Yani kılınçlar kuşanılacak ve “hoşgörüye” kim dühûl ederek bey’at ve intisâb etmedi, vur kellesini!. Ellerine bir fırsad geçerse yapmayacakları aslâ söylenemez…

Yani bu “hoşgörü cihâdı!” ile İslâmiyyet’in hiçbir hududu, helâl, haram, emir, yasak, edille-i şer’iyyesi, bağlayıcı Kitâbı, Sünneti, İcmâ’ı, müctehid imam istinbatları, zarûrât-ı dîniyyesi kalmayacak; ve gelsin dümdüz, tığ teber, koyun koyuna, iç içe, diz dize, el ele, gönül gönüle, yusyuvarlak, rafadanlık yumurta gibi global bir dünyâ… Çünki “bireysel hürriyet” esas ve bir de “gönülde sevgi!.”

Bu ikisi varsa herşey yolunda ve tıkırında…

Türkçe Olimpiyatlarında ne diye gençleri bağırtıyorlar:

“-Yeni bir dünyâ kuracağız!”

Ne ile? “Ruhda ve insan düşüncesinde evrim=evolüsyon!” ile… İslâmiyyet’i yeryüzünden yahudi-haçlı patronların rızâlarına uygun olarak içden halledip kaldırarak…

(Mâba’di var)

22 Temmuz 2011 Cuma

(3) ABD GÜDÜMLÜ OKYANUS ÖTESİ MERKEZ, “TÜRKÇE OLİMPİYATLARI” MASKESİYLE, 130 MEMLEKETE SIZARAK VE 1000 ÇOCUĞU VARYETE ARTİSTLERİ HÂLİNE GETİREREK, ONLARI, PATRONUNUN “YENİ DÜNYÂ DÜZENİ” İÇÜN “YENİ BİR DÜNYÂ KURACAĞIZ!” DİYE BAĞIRTIYOR!

14) Şimdi ise abuk sabukluğun, yükseklerden sıkmanın, ilmîlikle zerre kadar alâkalı olamayışın ve nihâyet Kâinatın Fahri Aleyhisselam Hazretlerine dil uzatışın ve O’nu (hâşâ ve kellâ) zavallı yerine koyuşun Kâinâtı kusturacağı simsiyah noktadayız, buyrun:
“- Allâh Rasulünün evlilikleri bir çiledir ve ona hasdır. Allâh Rasûlü’nün birden fazla evliliği 55 yaşından sonra başlıyor. Çok yıpranmış bir insanın bu dönemden sonra öyle bir arzusunun bulunduğunu söylemek tarihi gerçeklere tersdir…… BU EVLİLİKLER, EFENDİMİZ  (S.A.V.)’İN SIRTINDA KAMBUR GİBİ BİR ŞEYDİR.” (Nevval Sevindi, F. Gülen ile Global Hoşgörü ve New York Sohbeti, 2002, s.149)

Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm Hazretlerinin bu şekilde, âciz, zavallı, “evlilikleri çile olan”, “yıpranmış” ve “kamburlu!” gösterilmesinden hiçbir zerrât râzı olamaz ve mürtekîbini sâdece tel’în eder; ve fakat bundan memnun olacaklar ise, sâdece ve yalınız, Allâh Sevgilisine hâşâ, 15 asırdır “Yalancı ve sahte peygamber iftirâsını!” atmakda zerre kadar hayâ ve iffet sancısı duyamayan, papalık misyonunun kardinalleri ve siyon dünyâsının iblisleri olabilir… İslamiyyet’e ve O’nun Son ve Peygamberler Peygamberi ve Allâh Sevgilisi Rasûlüne böylesine alenen ve dünyânın gözü önünde Salman Rüşti gibi dil uzatan bir adamın, bu mukaddeslerimize zerre kadar saygısından bahsedilemez; ve bunları islâmî îmânla kâbil-i te’lif addetmeye de aslâ imkân olamaz…
Her ne söylerse “vahiy” olduğu ve her ne yaparsa yine vahyin murâkabesinde yapdığı Kur’anla sâbit Peygamberler Peygamberine böylesine âdi kelimeler, yakıştırmalar, benzetmeler ve ifâdelerle hücum edip çekiştirmek, gıybet, tahtıe ve levmetmek, gadab-ı ilâhîyi celbeden nâmütenâhî müthiş bir cür’et ve cürümdür ki, mürtekiblerinin encâmı mutlaka en elîm ve korkunç hüsrandır…

15) Ve sağ gösterip arkasından sol vurmanın karekteristik ifâdesi ise şu satırlarda:
“- Kur’an, “Aralarında adâletle muamele yapamamakdan korkarsanız, bir tane yeter. Adâlet için bu daha uygundur.” diyor. Dolayısıyla, birden fazla evlilik sünnet değildir, ibâdet hiç değildir. Kimse zaaflarına dînî bir kisve giydirip, sonra bunu bir sevap gibi sunmamalıdır. Bu dînin istismârıdır. Meselenin bir yanı bu.”
Temelde, zarûrât-ı dîniyyeden olduğunu Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri gibi bütün Osmanlı ulemâsının ve geriye doğru 15 asır müctehid ve fukahâsının ittifakla tasdîk ve tahsîn buyurduğu, Kur’anın bu teaddüd-i zevcât hükmü beğenilmiyor ve bu, hiçbir saygı kırıntısı bile taşımadan ademe hatta butlâna mahkûm edilmek isteniyor! Fakat bunu mertçe söylemek yerine, bu, umûmen sanki kabul edilmiş gibi gösterilerek göz külleniyor ve bir u dönüşüyle dâimâ ters istikâmete giriliyor!. Ve bu, dünyadaki belli merkezlere hoş görünmek ve onların maccânî ve gönüllü bir sözcüsü olmak uğruna, bir taktik olarak bütün kitablarına, konuşmalarına ve icraatlarına aksediyor…
Kabul etmiş gibi görünerek redd!
Asrın câhiliyyesinin ise, bütün bunları farkedip yakalaması mümkin olmadığından; ve bu da bilindiğindendir ki, son derece fütursuz ve pervâsız olarak, her şey alâmeleinnâs ve keyfe göre yazılıp çizilebilmektedir!
“Hikmet ve kerâmet buyurdunuz efendimiz Hazretleri!” diyenlerin sırt ve omuzlarında öyle bir oturuş ve altına da, bununla mütenâsib öylesine bir makâm-ı muallâ tahtı sürülüşdür ki, böyle bir adamı papalar gibi allâme-i cihân, lâ yuhtî ve lâ yüs’el görmemek mümkin olsun!
Hele elinde, dünya çapında pay edilen bir pastanın, güdümlü hisse dağıtıcılığı da varsa!
Bu 15. Maddenin hamuru da, daha çok su götürür!

16) Nevval Sevindi’si soruyor:
“- Demokrasiye inanan bir İslâm ülkesi olarak Türkiye, İslâm’la demokrasiyi bağdaştıran tek sentez olacak mı bölgede?”
Okyanus Ötesi Bâb-ı Meşihad’dan fetvâ aynen şu:
“- Meselâ ben öyle bir demokrasi arzularım ki, dünyadaki belli düşünce şekil ve değişimlerini kucaklamanın, korumanın yanı başında, benim kabir sonrası hayatımla ilgili problemlerimi de çözsün isterim. Onları da müsâmaha ile kucaklasın. (Global Hoşgörü, Nevval S. 2002, s:136)

(Bizden: Öyle ya, artık İslâm Dîni kabir sonrasını halletmek hususunda kâfî gelmiyor ve kesmiyor! Binbir çeşit dembokrasinin bir çeşidi de bu! Kabir ötesini halleden dembokrasi! Üstelik içinde “dünyadaki belli düşünce şekil ve değişimlerini kucaklayacak ve koruyacak da!” Bu çeşit dembokrasi, binbir çeşit içinde de, binbir çeşit olacak yani! Bir de müsamahalı olacak, İslâm gibi köşeli, kesin, net, kânun ve kâideleri olmayan, bir de, cehennemi cayır cayır yakmayan ve fakat ateşi, 30-35 derecelerde hafif terleten, zaman zaman gâyet hoş, sünbülî ve ılımlı cinsden!
İslam, kabir sonrası problemleri çözecek kadar bile bir işe yaramıyor! Amma dembokrasi ise, “dünyadaki belli düşünce şekil ve değişimlerini kucaklayacak ve üstelik onları koruyacak” kadar bir kıymeti hâiz olmalı ve üstelik kabir sonrasının problemlerini de çözmeli ki, İslâm’a hiç ihtiyaç kalmasın! İşte dembokrasi ilerde bu mükemmeliyyet kâbiliyyetini içinde taşıdığından, o, İslâm’ın aşırılıklarından da münezzeh bir sistemdir; (hâşâ) ve bunun içün İslâm’dan geri dönülebilir, Lâkin “dembokrasiden aslâ geriye dönülemez!”

17) İşte bunun da isbat sadedindeki fetvâsı şöyle devâm eder:
Demokrasi geriye dönülemez bir süreçdir. Demokrasinin gelişimi olgunlaşması, Darwin’in evrim teorisi ne kadar doğru bilemiyeceğim ama, ruhda, insanların düşüncelerinde evrim yaşandığına şübhe yok.” (Global Hoşgörü, Nevval S. 2002, s:136)

Okyanus Ötesi, “Darwin teorisi” denen İngiliz yahudisinin bu rezil fitnesinin, “ne kadar doğru olduğunu da bilemiyormuş!”
Üniversitede “Evolüsyon” dersi okumuş birisi olarak yüksek ve kutsal nazarlara arzedelim:
Bu dersi okutan hocalardan hayvan evolüsyonunu okutan Prof. Atıf Şengün “en ileri canlı insandır!” derken, 1963 yılında İ.Ü.Fen Fak’de nebat evolüsyonunu okutan Doç.Metin Bora ise “en ileri ve mükemmel canlı amip!” denilen mikroskopik mikroorganizma demiş; ve sınıf altına kaçırırcasına gülünce de, adam fena morarmış ve eli ayağına dolaşmışdı! Çünki bütün hayâtî fonksiyonlar o bir tek hücre içinde cereyân edermiş, bu da onun en ileri ve mükemmel uzviyet (organizma) olduğunun isbâtı imiş!!!
Yahudi Darwin teorisinin “ne kadar doğru olduğunu bilemeyen!” hümanist filozoflar, kendilerinin de ikrar etdiği gibi bunun bir teori (nazariye) olduğunu iyi bellemeli, ve bu nazariye isbat edilemediği müddetçe de bir halta yaramayan kafa kusmuğu olduğunu unutmamalıdırlar!
Farz-ı muhâl, isbât edilseydi, pozitivizt ve ateist dembokrasi şöyle nâra atacakdı:
“-Newton kânunu gibi kânun bulduk ve Âdem ilk insan diyen Allâh’ın inzâl buyurduğu bütün kütüb-i ilâhiyyenin hiçbir hükmü kalmamış, topu da iflâs etmişdir!” (hâşâ)…
Böylece dembokrasi dünyası, ateist darwinizmanın heykelini diker ve o heykel etrafında da çelenk çomak göbek atardı!
Darwin’i bile kırmamak adına ve “hoşgörü cihâdı!” gibi büyük ve mukaddes bir cihâd aşkına o İngiliz yahudisinin fitnesini reddedemeyip “Darwin’in nazariyesi ne kadar doğru bilemiyeceğim!” diyenlerin, demek ki Darwin teorilerini bile korumaya alan uyduruk “yeni hoşgörü-diyalog teorileri!” de bu!
Büyük Müfessir Elmalılı Merhûm, bu kabil “kânûn” diye dillerde dolaşan müsbet ilim tesbitlerine “insanın keşfetdiği, farketdiği ve formülünü yakaladığı Allâh kânunları” buyurur… Bu fizikçi, biyolog ve kimyacılar, mûcid değil, sâdece kâşifdirler, keşfederler. Mu’cid yani Yaradan, mutlak olarak Allâh Azze ve Celle… Müsbet ilim dedikleri şeylerin tamâmındaki “kânûn” denilen ve tabiata isnâd edilen nizamlar, “Kevnî Şerîat Kânunlarıdır!”
Bu kevnî Şerîat kânunlarına batı materyalizması, “fizik, kimyâ, biyoloji kânunları!” der; ve onlara determinizm küfür ve fitnesi adına da âdetâ tapar!. Bu meyanda “Darwin (nazariyesi) teorisi” denen nesneyi de, bir biyoloji “kânûnu” ambalajı ile İslâm coğrafyasındaki cühelâya yuttururlar! Tabi onların câhiliyyesi, başka bir ifâde kullanmamaya bilhassa dikkat eder!…
Darwin denen yahudinin iğrenç fitnesi, Kur’ân-ı Azîmüşşân tarafından kat’iyyen beyân edilen hakîkatler karşısında, mutlak küfr ü şirk ve bâtıldır. Çünki ilk insan Âdem Aleyhisselâm’dır; ve buna îmân zarûrât-ı dîniyyedendir. Bunu inkâr eden değil, bunda şek ve şübhe eden dahî, İslâmiyyet’in, kendi içine aslâ kabûl edemiyeceği bir münkir demekdir. Zarûrât-ı Dîniyye, İslâmiyyet gibi Mutlak Dînin, Kitâb, Mütevâtir Sünnet ve Mütevâtir İcmâ’ ile sâbit, olmazsa olmazları demekdir. O’nun, lâzım-ı gayr-i müfârıkı demek…
ABD’den güdümlü zamâne filozofları “Darwin teorisinin,” nazariyeden, hem de mutlak dalâlet ve şirkden ibâret keyfiyetinden ve “kânûn” nâmı kazanamamasından ne kadar rahatsız da olsalar ve buna esef de etseler, bu fitne, nice insanların âhırete îmânsız gitmelerinden başka bir halta yaramayacakdır…
Okyanus Ötesi Fetvâ Dâire-i Rûhâniyyesi ise müsterih olsunlar, “Darwin teorisi ne kadar doğru bilemiyeceğim!” deyû ıstırab çekmelerine hiç de lüzum yokdur! Bu ütopi farz-ı muhal isbât edilirse (!) bizim hemen haberimiz olur; ve biz, yüksek makâm-ı muallâya, der’akab arz-ı ma’lûmât ederiz efendim!
(Mâba’di var)

9 Temmuz 2011 Cumartesi

(2) ABD GÜDÜMLÜ OKYANUS ÖTESİ MERKEZ, “TÜRKÇE OLİMPİYATLARI” MASKESİYLE, 130 MEMLEKETE SIZARAK VE 1000 ÇOCUĞU VARYETE ARTİSTLERİ HÂLİNE GETİREREK, ONLARI, PATRONUNUN “YENİ DÜNYÂ DÜZENİ” İÇÜN, “YENİ BİR DÜNYÂ KURACAĞIZ!” DİYE 15 GÜN NASIL BAĞIRTDI!


Dembokrasinin nasıl bir din (tabii mecâzî ma’nâda din, religion) telâkkî edildiğinin en mükemmel isbâtı da F. Gülen’in şu satırlarında:
9) “-….demokrasi, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sistem şeklinde dizayn edilebilse, inanan insanın hayatını kabre kadar düzenlemesine yardım etse, kabirden öte problemlerine cevab verebilecek kapsam ve kapasitede olsa, mahşerdeki problemlerine çâre bulabileceği bir zemin teşkîl etse, bütün bunlara imkân verebilecek şekilde dizayn edilse, fena mı olur?” (a.g.e. s.285)
Ne fenası, bal gibi de iyi olur, dembokratlar iki cihanda köşeyi döner! İslâmiyyet’den de kurtulmuş olurlar ve beşerî bir dembokrasi dini en doğrusu religionu, her şeye kâfi gelince, onun müessisi olan tanrılara nasıl şükredilir bilemeyiz!.
İmrâlı’daki ermeni ise kitabında resmen “BEN TARIYIM!” diye yazıyor! Kürt milletvekili Hasab Kaplan da (8.7.11’de) “Demokrasinin ma’bedi parlamentoya!” diyerek religion’nunun dembokrasi olduğunu açıkça söylemeye başladı. Kandil’in Karayılan’ı da “Dînimiz Zerdüştlükdür!” nânesi yiyerek T.C.’deki dinler panayırına atkı ve katkıda bulunuyor!
Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhum:
“- İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir!” buyurmakla, amma da hikmetli ve kerâmet çapında müthiş bir beyanda bulunmuş, nûr içinde yatsın!
Şu Okyanus Ötesindeki müctehidin yazdıklarına bakınız, bir de Müfessir Merhumun 6 kelimelik bir tek cümlesine… İşte gerçek dînin gerçek ulemâsının yüksekliği, hikmetli kelâmı, asâleti, soy necâbeti, fazîleti, ilim ve amel fâikiyyeti, ihlâs ve samîmiyyet irtifâı ve… Ve bugünün iptizâl, çamur ve bataklığı…

Hümanizma felsefesine îmân ederek İslâmiyyet gibi vahye müstenid (hakk)bir dîni ve onun “Azîz, Raûf ve Rahîm” Peygamberini kınayan, kusurlu gösteren, âciz bulan, yanlışa nisbet eden şu akıl ve ruh marazı satırlara sanki yukarıdaki abukluk ve ayar tanımazlık az gelmiş gibi, bakınız başka bir kitabda nasıl devam ediyor!.
Televizyonlara çıkarak, zarûrât-ı dîniyyeden olduğunda 15 asrın bütün ulemâsının ittifak etdiği (teaddüd-i zevcât) meselesini inkâr ve istiskal eden ve Okyanus Ötelerinin gözdelerinden Nevval Sevindi nâm boyâniyye, “Global Hoşgörü ve New York Sohbeti!” nâmını verdiği cehâletnâmesinde (kitabında) hocasının o hasta ifâdelerine bakınız nasıl yer veriyor:
10) “- ….belli bir dönemde, bazıları herhalde kendilerini savunmak için dört kadınla evlenmenin cevâzı üzerinde ısrarla durdular.”
Karşısına aldığı boyâniyyenin nabzına tam uygun ve ona keyf bahşedici ne kerâmetengiz bir atış!
“Dört kadınla evlenmenin cevâzı üzerinde ısrarla duran!” hem de 1500 senedir ve Kıyâmet’e kadar; ve hem de, daha da çoklarıyla Âdem Aleyhisselâm’dan beri, bizzât ins ü cinnin mutlak Rabbi Allâh Azze ve Celle’dir…
Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, bu kabil hastalıkların altında, “Rabbin ukalâ kullarının, kendisini beğenmemek megalomanisinin yatdığını!” da beyân eder…
Kelâm-ı Kadîm, (Nisâ 3. Âyetle) bunu, aslâ şek ve şübhe edilmesi bir müslüman içün hatırdan geçirilemiyecek kadar olmazsa olmaz bir îmân umdesi, evet, (zarûrât-ı dîniyyeden) bir îmân umdesi olarak, “ISRARLA üzerinde durur”; ve bunun cevâzında değil redd ve inkârı, onda şekk, şübhe ve tereddüd etmeyi bile kıpkızıl kâfirliğin sebebi gösterir… Kâfir, müşrik, münâfık, nasrânî, batılı, hümanist, feminist, kamalist, dembokrat, bombokrat, şefokrat, kerhânograt, zinograt, diyalograt, denaatograt, yobazokrat ve hulâsa bütün religion sâhibleri istemeseler, kudursalar ve hatta çatlasalar bile…

Teaddüd-i zevcâtı yasaklayan Avrupa ictimâî sistemi, bunu, zinâ ve metres sanâyiini işletmek üzere icrâ etmiş, bizdeki batılı olma helecânı taşıyan İslâm düşmanları da, bunları, aynen kopya etmişlerdir. Hümanist felsefe gözlükleriyle İslâm kânunları ve hukûkuna bakmanın çığırını açalıdan beri, İslâmiyyet’i cıvıtma ve sulandırma periyoduna da giren Okyanus ötesi, “belli bir dönemde bazıları herhalde kendilerini savunmak için bunun cevazı üzerinde ısrarla durdular!” sallamasına yol verirken, o zamanın hangi zaman ve o bazılarının da kimler olduğunu ve savunmaya lüzum görenlerde de hangi cizliklerin bulunduğunu erkekçe ortaya koyabilmelidir!. O belli (dönem)in başında evvelâ ASRI-SEÂDET gelir…
“-Velev kerihe’l kâfirûn!”
Asıl simsiyah çirkinlik ise, birkaç cümle sonra gelecek!
Devâm ediyor:
11) “- Ben burada bir espriyi (ne espri ama!) arz etmek istiyorum: Bir defa, imam nikâhı kıyılarak, birden fazla kadınla evlenmenin sünnet olduğuna dâir Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde herhangi bir kayıt yokdur.”
Elbetde yokdur, elbetde olamaz! O nikâh “imamın” ve hele hele onu teberrüken ve eskilerin hatırına kerhen kıyan; ve asıl mu’teber olanın, Allâh adına değil de bilmem ne reisi adına kıyılanı bulunduğunu ehâliye kakalayıp îmânlarla oynamaya kalkan bu zamandaki bazı imam kılıklı leş kargalarının nikâhı hiç olamaz! Ne var bunda?
Kur’an’da ve hadislerde “imam nikâhı!” aramaya kalkmak, tam da bu zamanın müctehidlerine hass bir teşehhî ve akıl tutulması olsa gerekdir! Kur’ana ve hadislere “espri ve esperanto dili” zâviyesinden el atılırsa, netîcesi “papalık misyonunun bir parçası!” olarak, “hoşgörü-diyalog” sayıklama ve sapıtmalarına çıkar…
Nikâh, iki erkek veya bir erkek ve iki kadın şâhid huzûrunda; ve hele hele ALLÂH ADINA icrâ edilen ŞER’Î BİR AKİD olarak akdedilmez ise, o, iki kişiyi biribirine aslâ helâl kılamaz; ve o, aslâ şer’î bir akd ve ibâdet olarak değil, ancak, bombokratik bir cümhûriyet (ritüeli) olarak bir ma’nâ ortaya koyabilir!

Mugâlatanın bu derece ayakaltı olmuşuna da, ancak bu kadar rastlanır! “İmam nikâhı!” ta’biri, şer’î nikahın şartlarını bilmeyip, bunu, mücerred imam kıyar zanneden avâm-ı nâsın uydurduğu bir ta’birdir. Şerîat hukûkunda “nikâh-ı şer’î” ıstılahdır; ve ötekisine, değil Kur’an ve Ehâdis’de, fıkıhda ve hatta ciddî ve akıllıca yazılmış bir makâlede bile aslâ rastlanamaz. Hal böyle iken, “şer’î nikâhı=Allâh adına kıyılan o nikâhı”, “imam nikahı” olarak dile almak, hümanist, feminist, modernist ve maksadlı bir kafanın, karşısındakileri eteklemek garazına matuf, iptidâî bir rüşvet-i kelâmdır!.
Şerîat Hukûkundaki nikâhın en baş ve birinci şartı, onun, mücerred “Allâh Azze adına akdedilen bir nikâh olması”; ve belediye reisi, kaptan, pilot, bilmem ne ve ne adına aslâ akd edilememesidir… Nikâh, bir cihetden ibâdet bir cihetden de şer’î bir akiddir… H. Karamanî gibi ilâhiyatçıların da iddia etdiği üzre, mücerred şer’î bir hükmü ve isbatı olmayan, sıradan ve beşerî bir ritüel olamaz! Şer’î nikâh, tecezzî kabul etmeyen İslâm bütününde bir cüz’dür; ve hiçbir beşerîlik lekesi de taşıyamaz… Ayrıca o Allâh nikâhı, İsviçre kilisesinden T.C. ateistlerinin idhâl etdiği papaz imâlâtı tâğûtî bir muâmele, bir oyuncak ve hesâb gününe bağlayıcılığı bulunmayan bir formalite olmakdan da kat’iyyen münezzeh ve müberrâdır…
Okyanus Ötesinin Müctehidi (!) devam eder:
12) “- Nisâ Sûresinde, hususi şartlar altında ancak cevazdan, ruhsatdan bahsedilir ve bir kadınla evlilik adeta zarûret derecesinde teşvik edilir.”
Zarûret derecesinde aslâ teşvik edilmez, bu İslâmiyyet’e, zaruret derecesinde bir iftirâdır… Gerçek bir müslümanın bu kabil hılâf-ı hakîkat beyânlarla dünyanın gözü önünde arz-ı endâm etmesi, edeben, îmânen ve ahlâken aslâ mümkin olamaz… 15 asırdır bize gelen ehl-i Sünnet akâid, tefsir, fıkıh ve hadis müdevvenâtında “bir kadınla evlilik adeta ZARÛRET derecesinde teşvik edilir!” diyen bir tek ibâre gösteren olursa, biz onu asrın mahabbet kutbu ilan edip ellerinden öpmeye hazırız! Aksi halde karşımıza çıkacak olanlar asrın nefret kutbu olacaklardır…
Hümanist, modernist ve feminist batı felsefelerine kellesini teslim eden bütün hemcinsleri gibi, burada da, “teaddüd-i zevcâtın” peşînen mahkûm edilmeye çalışıldığını ve üstelik de karakterlerdeki muvâzenesizliğe, aşırılık ve abartıya paralel olarak, Kitab, Sünnet ve İcmâ’ ile hükmü sâbit olan şer’î bir kâidenin, sanki yasaklanmış bir şey derecesinde menfî gösterildiğine şâhid oluyoruz… İslâmiyyet’de, Âdem Aleyhisselâm’dan beri hiçbir zaman, “ bir kadınla evlilik adeta zarûret derecesinde teşvik edilmişdir!” denilerek teaddüd-i zevcâta şirretçe saldırılmamışdır. Bu, apaçık hılâf-ı hakîkat bir saptırma ve tahrif ve bühtandır… Bu derece, saldırıları papaz ve hahamlar bile, bu kadar cür’etkârca ve alâmeleinnâs yapmamışlardır! Böylelikle kıyâs edebiliriz ki, (Hoşgörü-Diyalog) religionu, onlardan çok daha azılı bir İslâm düşmanlığı taşımaktadır… Bunu, dozu gittikçe artan bir azgınlık olarak aşağılarda gelecek ibâreler içinde dehşetle ve nefretle apaçık göreceğiz…
Âdem Aleyhisselam’dan i’tibâren, pek azı müstesnâ enbiyâ ve evliyânın pek büyük kısmı çok hanımlıdır… Son bir iki asır içinde Avrupa felsefelerinin te’sîrinde kalan İslâm coğrafyası, fıtratın hılâfına, metres ve zinâ sanâyiine bulaştırılarak, (büyük, sıhhatli, mazbut, müslüman âile) olmanın semerelerinden mahrum bırakılmaya yuvarlanmışdır… Böylece, İslâm âlemini zayıflatmayı en büyük hedef bilen yahudi-haçlı dünyası, İslâm coğrafyasına serpiştirdiği fir’avnî Allâhsız rejimlerin kânun nâmı verilen keyfî cebir ve tazyîkı altında, “tek evlilik şart!” diyen mülevves bir fitne ve bâtılı, binlerce mevzudan biri ve çürüten bir kanser olarak oralara taşıyıp durmuşdur… Bugün, kendisini müslüman zannedenlerin bir nice kısmı, bu mevzûlarda şartlanmış hâle getirilmiş; ve bu noktaların üzerinden de, Allâh’a, Peygambere ve Kitâba ters düşerek, bunlara olan îmânlarını koparmakda ve fakat bunun da farkına ne yazık ki varamamaktadırlar…
Çokları gibi Okyanus ötesinin de harâretle ve hasâretle (istismâr) etdiği Sâid-i Nursî, şu satırların sâhibidir: ve bunu hiçbir nurcunun da inkâr etmesi mümkin olamaz:
“- (Tekke ve zâviyelerin ve medreselerin kapatılması ve laikliğin kabulü, İslâmiyyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, TESETTÜRÜN KALDIRILMASI, lâtin harflerinin hurûf-ı Kur’âniyye yerine cebren kabulü, Türkçe ezân ve kâmet okunması, mekteblerden din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyât ve hakk tanınması, ve TEADDÜD-İ ZEVCÂTIN KALDIRILMASI gibi inkılab hareketlerine, bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen bu adam, irtica’ ile suçludur) diye yazmışlar…” (Şualar, s. 318)
Bu satırların o çilekeş ve direniş ruhlu müellifini, bugün alabildiğine (istismâr) ve inkâr edip, sonra da onun mirâsına akbaba gibi çökenler, ona suç isnâd edenlerden çok daha netâmeli, ağır, mülevves ve iğrenç bir suçun mürtekibleri olmakdan uzak kalamazlar!…
O zât, apaçık yazıyor ki, “Ben TEADDÜD-İ ZEVCÂTIN KALDIRILMASINA BİD’AT, DALÂLET VE İLHÂD dediğim içün irticâ’ ile suçlandım!”
Şimdi ise O’nun yolunda olmak iddiasındaki ma’lum ve ma’hûd (istismarcılar), O zâtı zımnen suçlamanın, bir yandan da O’nun mirâsına çökmenin peşindeler…

15 asırlık kütüb-i şer’iyyeye rağmen, hâlâ aşağıdaki satırlarla o kör ve saptıran inâd devâm etdiriliyorsa, burada, batı hümanizma ve modernizmasının dogmalarına tam teslimiyyetden başka bir şey akla gelemez:
13) “-Dolayısıyla kimse, dört kadınla evlenmeyi bir Sünnet’i yerine getirme şeklinde düşünemez; adeta dînî bir emri yerine getirme iddiasında bulunamaz.”
Bal gibi bulunabilir. Mevzû’ hümanist ve (hoşgörü-diyalog) dini kafasıyla ve röportajı yapan boyâniyye Nevval Sevindi’nin güzeller güzeli hatırına ve nabzına uygun konuşmak icabetdiğinde, ancak bu kabil lâf u güzâf ortaya boşaltılabilir… Ammâ, hâdiseye şer’î bir noktadan bakılırsa, Ehl-i Sünnet tefsir ve fıkıh müdevvenâtı yukarıda da beyân etdiğimiz gibi apaçık ortadadır. Biz, Mukaddes Hanefî fıkhına göre mes’eleleri okurken, bu adamlar, kendi icadları ve uydurmaları olan “Hoşgörü-diyalog dininin” fıkhına (!) göre ahkâm kesip sulandırılmış bir mahlül elde etmenin sevdâsındadırlar!
Çok hanım almak kendisine farz olan bir müslüman içün, adı üzerinde bu, binlerce sünneti yerine getirmekden çok daha ileri bir mecbûriyyet demekdir. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elfi Sânî Hazretlerinin Mektûbat’ında beyân buyurdukları üzre, “binlerce sünnet bir tek farzın yerini tutmaz, binlerce tarîkat erkânı da bir tek sünnetin…”
Farza müeddî olan bir ruhsatla amel etmek, artık kat’iyyen farz olmuşdur. Teaddüd-i zevcâtı kamalist kafaların 90 yıldır levmetmeleriyle şartlanan ve şimdi de batılılara hoşgörülü ve modern görünme yalakalık ve sevdâsına düşenler, İslâmiyyet hakkında söz söyleme hakkına da aslâ sâhib olamazlar… Onlar içün sâdece “Hoşgörü-diyalog” dininin uydurmaya çalışdığı “ılımlı=sulandırılmış, ordan burdan derlenip uydurulmuş bir din” ve bir takım edyânın takrîbi v.s. bahse mevzû’ olabilir… Zaten hedefleri de, böyle yamalı bohça, aslından başka her nesneye benzeyen, aslını inkâr edici bir din icâd etmekdir; ve topyekûn dinler üzerinde mücerred HAKK DÎN olarak duran Müslümanlığı, o ötekilerin derekesine indirmek…
Mutlak HAKK DÎN olan İslâm’a, hümanist, modernist ve feminist sapık pencerelerden değil de, İslam penceresinden bakıldığı zaman mutlaka görülür ki, Allâh’ın dîninde “bir kadınla evlilik zarûret derecesinde” aslâ teşvik edilmemişdir… Bu, bir yalandır. Teaddüd-i zevcât ruhsatına îmân etmek (zarûrât-ı diniyyeden) olduğu halde, bunun, mefhûm-ı muhâlifiyle “zarûret derecesinde” men’a tâbi tutulması, akâid ve usûl ilmi bakımından da mutlak bir dalâletdir. Yasaklanması da, ALLÂH Azze’nin irâde-i külliyesi ve hâkimiyyetini tahdîd ve tard ma’nâsını tazammun etdiği cihetle mutlak küfür…
Cenâb-ı Hakk bir yandan şartlarını muhtevî müslüman bir erkeğin 4 hanıma kadar nikâhlamasına cevaz verecek, müsaade edecek, sonra da (hâşâ) “bir kadınla evliliği ZARÛRET derecesinde teşvik edecek!” Bu ise, (hâşâ ve kellâ) noksan sıfatlardan tenzihi mutlak şart olan Allâh Azze’nin abes ile iştigâli ve tenâkuzu olur ki, bunu ona revâ gören mahlûkâtın encâmı feci’ olur!
Bunun, “ruhsat oluşu” da (mutlak) değil, mukayyeddir. Bazı erkekler içün çok hanım sâhibi olmak (farz-ı ayın) hâline gelebildiği gibi, bazılarına da vâcib, sünnet veya müstehâb olabilir… Bazılarına da mekruh hatta haram bile olur. Bir tek kadın içün de aynı keyfiyet cârî olabileceği gibi…
Biz hanefîlerin fıkhı böyledir… “Papalık misyonunun bir parçası olarak papa cenablarının huzuruna çıkan ve tekmil verenlerin” fıkhı (!) ise, ne Müslümanlığı ve ne de bir tek mü’mini bağlar! Onların bu fıkhı, olsa olsa 130 ülkeden toplanan 1000 kadar genci varyete artistleri haline getirerek sahnelere sürenleri ve Dr Fâruk Beşer gibi şaşarları bağlar ve onları diyalog cennetlerine (!) sokar…
Teaddüdde tek şart, kadınların hukûkuna riâyet, onlara cevr ü cefâ etmemekdir ki, bu, bir tek kadın bile olsa, lâzım olan baş şartdır; ve bu, kasm hukûkuna riâyet etmek şartı ile, her müslüman erkeğin, ondan aslâ alınamayacak bir hakkıdır… Zaten kaç hanım olursa olsun, âile kuracak tarafeynin en nizamlayıcı ve ana prensiplerinin, (hakklar ve vazifeler) olacağı izahdan vârestedir; ve bunların da temeli, edille-i şer’iyye ile sâbit mukaddes Şerîat ahkâmıdır. Akd-i nikâh esnâsında, kadının, teaddüd-i zevcâtın zarûrât-ı dîniyyeden olduğuna îmân etdiği halde, muhatabı olan erkekden bu hakkını kullanmamasını isteme hakkı da, ayrıca kadınlara verilen mukâbil bir hakdır ve meşrû’dur. Bunu kabul etdiğini beyân eden erkeğin, hanımının izni ve müsâadesi olmadan diğer bir hanım nikânlaması artık câiz olamaz… Ahdinde hulf edenler kim olursa olsun, Allâh Azze’nin gadabını celbedecek; ve kul hakkına tecâvüzün cezâsını da mutlaka çekeceklerdir…
Ehl-i Sünnet’in Mu’teber Tefsir ve fıkıh müdevvenâtına baktığımız zaman, bunları, bütün teferruatıyla ve mufassalan görürüz ki, biz, mes’eleye en ana hatları ile temas ediyoruz… Şerîat muârızları, teaddüdde, hukûka riâyet edilemiyeceğini ve bilhassa “eşitlik” safsatası üzerinden yürüyerek erkeğin “adâleti” asla yerine getiremiyeceğini dillerine dolarlar. Dolayısıyla da, “adâleti” yerine getiremiyen “gayr-i âdil” bir erkeğin, seâdete değil felâkete sebeb olacağını, binnetîce, bu yolun çıkmaz sokak olduğunu söyliyerek, teaddüd-i zevcâtın geçmezliğini şeytanca propaganda ederler! Bu ise, evvelâ teaddüd-i zevcâtı Kelâm-ı Kadîm ile meşrû’ olarak vaz’eden ve buna muktedir ve ehil olan müslüman erkeklere onu bir hakk olarak veren Hâlık Teâlâ Hazretlerini tahtie edip, beğenmemek ma’nâsını taşır ki, îmânı zir ü zebir eder! Zındıklığın ortaya çıkdığı bir nokta da işte budur…
İslâmiyyet’in teaddüd-i zevcât müsaadesini beğenmeyip ona düşman olanların veya batılı dindaşları, yandaşları veya yoldaşlarına yalakalık peşinde bulunanların en ziyâde dillerine doladıkları şeytanlık, hanımları arasında erkeğin (adâleti) aslâ yerine getiremeyeceği işte bu bâtıl, bu safsata ve Allâh Azze ile olan bu muâraza rezâletidir.. Erkeği yaratan YARADICI, ona, teklif-i mâlâyutakda bulunmakdan münezzeh bir Rabb Teâlâ’dır… Bir kere kalbî sevgi ve alâkada, ne eşitlik bâtılı ve safsatası ve ne de adâlet aranır!. Buna ne kadar hırs gösterilse tâkât getirilemeyeceği, yine bizzat Kelâm-ı Kadîm’in cümle-i beyânındadır…
Hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda da, Avrupa metres ve zinâ sanayii pazarlamacılarının piyasaya sürdüğü bir diğer dalâlet ve iftirâ da şudur: Her hanıma ne alınırsa, bu, eşit ve aynısı olacakdır fitnesidir ki, bunun da dinde hiçbir yeri olamaz. Her kadının şer’an ihtiyâcı, ictimâî ve âilevî derecesi ne ise, ona muvâfık ve mutâbık bir seviyeden görülür, ötesinden de erkek mes’ûl tutulamaz…
Kasmdaki (nöbetlerdeki) eşitliğin dışında hiçbir müsâvât şartı da olamaz ve aranamaz… Nikâh akdi sırasında da tarafeynin rızâsı ile tam bir anlaşma, kasm mevzuundaki eşitliği de ortadan kaldırmaya kâfidir… Nikâh akdinde böyle bir anlaşma olmadığı takdirde, bilâhare kadınlardan bazılarının, nöbetlerini diğer bazılarına (hediye) etmeleri de pekâlâ mümkindir ve muteberdir. Bunda da hukûka mübâyenetden bahsedilemez…
Nikâh akdi sırasında nelerde anlaşma olmuşsa, iki tarafı bağlayan ancak odur… Hangi felsefî bâtılın mürîdi olursa olsun, hiçbir batıcı, hoşgörü ve hoşafgörücü ve diyalogcu Şerîatsevmez, müslümanların nikâhı üzerinde söz söyleme hakkına aslâ sâhib ve mâlik de olamaz… (Mâba’di var)