31 Mart 2010 Çarşamba

İSLÂM COĞRAFYASINDA HAÇLI-YEHÛDÎ-SİYON İŞBİRLİKÇİLER VE HEDEFLERİ…


Kelâm-ı Kadîm’in ikinci Sûre-i Celîlesi olan Bakara Sûresi, topyekûn insanları üç sınıfa ayırmakla başlıyor. 2 âyet ile mü’minlerin, 4 âyetle kâfirlerin ve tam 13 âyetle de münâfıkların vasıfları beyân buyurulmaktadır.
Üstâd-ı Azîz Necib Fâzıl Bey Merhûm da çok kıymetli bir makâlesinde, kâfirleri “hafif, orta, ileri ve azgın!” olmak üzere dört kategoriye ayırmışlardı. Bunlar içinde en çukur ve şeni’ tabakada ve en insaf ve vicdan tanımaz kademede olup da, işi gücü Müslümanlık ve müslümanlarla uğraşmak ve onları ademe mahkûm etmek ve onlara hayât hakkı tanımamak olanların, dördüncü tabakadaki “azgın ve mütecâviz” grup olduğu, merhûm ve mağfur Üstâd-ı Azîzimizin BEYÂNLARI arasındadır.
Tanzîmat soysuzluğundan itibâren meşrûtiyet, ittihad-terakkî (İT) ve daha sonraları da biribirini ta’kîbeden darbeler zincirleri ile; ve bunlara muvâzî devâm eden ve ma’nâ ve medlûlü aslâ ortaya konulamayan (laiklik) ve (irticâ’) gibi iki ana lâfız ile, bu memleketde iki asra yakın bir zamandır müthiş bir psikolojik harb sürdürülmektedir. Bu harbin bir tarafında o dördüncü grup azgın küfürbaz ve şirkâlûd mütecâviz tabaka, karşısında da topyekûn Anadolu insanları, husûsan Oğuz Müslümanları…
Mü’min-kâfir çatışması Âdem Aleyhisselâm’dan Kıyâmet kopuncaya kadar devâm edecekse de, bunun en harâretli boğuşmasının memâlik-i Osmâniyye denilen coğrafyada cereyân etdiği; ve bundan sonra da adı geçen mekânda vâki olacağı, asırların hâdisâtı ve nice hikemiyyât erbâbının işâretleriyle de apaçık ortadadır… Mutlak Hakk Dîn İslâmiyyet ile, butlânı kat’î yehûdiyyet ve nasrâniyyetin rahm-i mâderini teşkîl eden adı geçen coğrafya, bütün dünyânın hassâsiyetlerini üzerinde toplayışıyla da ehemmiyetini her an tâze tutmaktadır…
Birinci Cihân Harbi’nden sonra Osmanlı Hılâfetinin ortadan kaldırılışı, yalınız adı geçen bölgede değil, bütün dünyâdaki dengeleri altüst etmişdir. İslâm’a âid coğrafyaların bundan sonra haçlı avrupa ve yehudi siyonizması tarafından işgâl edilib hâkimiyyetin Osmanlı Hılâfeti’nden onlara geçişi; ve bunun da “halka, ve bazı ırkî ulus ve unsurlara” geçmiş gibi gösterilmesi, sürdürülen psikolojik harbin tamâmen tatbik ve taktik şeklinden ibâretdir… Halkdan yana görünmenin bir gözküllemesi demek olan “hâkimiyyetin bilâ kayd ü şart halkda” olduğu şeklindeki tamâmen düzmece lâf ve gözbağcılıklar, 19. Asır ateizma ve pozitivizmasının, İslâm coğrafyasındaki siyâsî bir tezâhürüdür… Âdem Aleyhisselâm’dan günümüze, “Hâkimiyyetin bilâ kayd ü şart HAKK’da” oluşuna bu coğrafya kadar îmân eden; ve bu îmânı istikâmetinde yaşayan bir yeryüzü kıt’asına da aslâ rastlanılamaz…
Bu i’tibarladır ki, bu coğrafyaya hâkim olduğu vehmi içindeki haçlı-siyon ortaklığı ve onların bölgedeki işbirlikçileri, bu bölgeyi dünyâ küfrünün hücum ve tecâvüz mihrâkı hâlinde tutmanın en aşşağılık politikası peşindedirler... Üstâd-ı Azîzimiz Merhûmun işâret buyurduğu 4. Derecedeki “mütecâviz küfür ehli”, batı tarafından, müslümanların içindeki işbirlikçilerden meydana getirilmektedir. Avrupalı “anti-İslâm” şebekelerin, adı geçen bölgeyi, bu işbirlikçi yerlilerin eline teslim ederek, buradaki Mutlak Dîn İslâmiyyet’i tamâmen ortadan kaldırılmak üzere plân ve programlar yürütdükleri, bedâhaten ve iki asra yakın ortadadır.

MEFHÛMLAR ÜZERİNDEN SÜRDÜRÜLEN İDEOLOJİK DESPOTİMA…

Hedef, Müslümanlığın adı geçen coğrafyadan kaldırılması olunca da, üzerinden insanlara te’sîr edilecek mefhûmlar: 1) Hakk hâkimiyyeti (HILÂFET) yerine, halk hâkimiyyeti… 2) Bunun içün şiddetle ve durub dinlenmeden EVVEL CUMHÛRİYYET, SONRA DEMOKRASİ vurgu ve propagandası… 3) Yine bütün dinlere te’mînât(!) onlara eşit mesâfede durmak(!) ve onlara tarafsızlık(!) sahtekârlıkları ile, seküler bir dünyâ inşâ’ etmek hesâbına; ve bilhassa İslâmiyyet’i metrûk hâle getirerek unutdurma adına, ATEİZM terörünü LAİKLİK lâfzı ve maskesi üzerinden her yerde jakobence ortaya çıkarma… 4) İslâmî bütün tezâhürleri, îmânî, ibâdî, siyâsî, iktisâdî, hukûkî ve ictimâî topyekûn temel nizamları ile her nerede görülürse, yine ATEİZM terörü HESÂBINA “İRTİC” lâfzı ile aşağılama, çirkin ve geçmez hatta “çağdışı” bir nesne gösterme azgın saldırısı…
İşte ateist felsefe ve dünyâ görüşü, cümhûriyet devrinde o kadar azgınlaşmışdır ki, Müslümanlık bütün müesseseleriyle resmen “irticâ” kelimesiyle ifâde edilerek, Müslümanlığın müterâdifi (sinonimi) olarak kullanılır olmuşdur… Zaman zaman da, matbuatın her türlüsü ile “dinden bahsetmek!” dahî, yasaklanmak derecesinde ateist diktatörlük ihtilâcları içine girilmişdir…
Dolayısıyla, İslâm coğrafyasında tanzîmatçı hâinliğinden i’tibâren tam 170 yıldır, bilhassa da ikinci meşrûtiyetden bu yana 102 senedir, hele hele Lozan andlaşmasından i’tibâren 87 yıldır ta’kîb edilen (anti-islâm) psikolojik harbin ve zaman zaman da darbeli ve mevziî iç tenkîl (soykırım) harekâtlarının temelinde, dâima bu adı geçen laik ateizm yatmaktadır…
Anti-emperial “Anadolu mücâdele-i milliyyesi”, bir takım gizli müzâkereler netîcesinde ve birkaç yıl içinde, (Anti-İslâm) bir darbe hâline inkilâb etdirilmişdir. 40 yıldır devâm eden harblerle bîtâb düşen Anadolu insanı, bu darbeler karşısında hiçbir direniş gösteremeden, ateist ideolojiye nâçâr mağlûb olmuşdur. Bundan sonrası, Lozan Andlaşması ile haçlılara verilen SÖZ gereği, Müslümanlığı Anadolu’dan tamâmen söküb atmak istikâmetinde şekillenmişdir. Cumhûriyetçilik ve laiklik gibi iki temel üzerine oturtulan resmî (ateist ideoloji), sanki memleketde “hılâfetçi ve mürteci avına” çıkmış; ve insanlar kesinkes ikiye bölünerek “bizden olmayana ölüm!” diyen böyle bir ideoloji elinde, topdan tenkîl edilmek den “soykırımına tâbi’ tutulmakdan” uzak kalamamışlardır.
Bu noktada, yehûdî-haçlı ittifakı emrine giren Ankara siyâsetini, şu târîhi hâtırât ile ta’kîb etmekde, genç ve gelecek nesiller içün vesîka mâhiyyetinde ibretler vardır…

TÂRÎHÎ MÜHİM BİR HÂTIRÂ…

5 nisan 2005 tarihli yazısında hukukçu Süleyman Arif Emre, "Layiklik slogan hâline getiriliyor" serlevhasıyla şu câlib-i dikkat satırları kaydetmektedir:
"-Laiklik denilince, Ankara hukuk fakültesinde Lozan dersi veren Prof. Süheyb Derbil'i hatırlarım. Hoca, Lozan muâhedesinin gizli müzâkere safhalarını anlatırken, “Biz Lozan'da, batılılara, zamânla bu millete İslâm'ı unutduracağız diye söz verdik... Bu söz üzerine, sert tartışmalar bitdi ve böylece muâhede imzâlandı” demişdir... "

Süleyman Arif'in yazısı, Çankaya'yı da içine alan bir hâtıratla daha da câlib-i dikkat olarak şöyle devâm ediyor:
"-Bu gizli anlaşma hâdisesini, Eski cumhûrreislerinden C. Bayar da te'yîd etmişdir. 1965 devresinde Gümüşhâne meb'ûsu olan arkadaşım Ali İhsan Çelikkan anlatmışdı. Ali İhsan Çelikkan, hukuk fakültesi talebesi iken, Millî Türk Talebe Birliği teşkîlâtını temsîlen bir hey'et hâlinde Celal Bayar'ı ziyâret ediyorlar. Söz, LAYİKLİĞİN ESAS GÂYESİNİN NE OLDUĞU MEVZÛUNA GETİRİLİYOR. Bayar onlara: "ÇOCUKLAR BİZ BATILILARA LOZAN'DA SÖZ VERDİK, İSLÂMİYYET'İ BİR ZAMAN SÜRECİ SONUNDA HALKA UNUTDURACAĞIZ. BEN, BU SÖZÜN BEKÇİSİYİM. BENDEN SONRAKİLER DE BU VAZÎFEYE DEVAM EDECEKLER." Diye beyânda bulunduğunu Ali İhsan Bey bana nakletmişdi..."

İşte “Türkiye'de layiklik” denildiği zaman, bu hakîkatler mutlakâ nazar-ı i'tibâre alınmadan yazılıp söylenecek her şey, sâdece abesle iştigâldir; ve bunun, hiçbir ma’nâ ifâde edemiyeceği de apaçık ortadadır... Yani haçlı ve siyonist cenâh VE BUNLARIN İŞBİRLİKÇİLERİ, “Lozan Zaferi!” diye millete dayatılan gözküllemenin, bâlâda zikri geçen gizli maddesi ile, Türkiye’de bin yıldır huzûr ve sükûn içinde yaşayan kavimlerin ikiye bölünmesine sebeb olmuşlardır. Bir tarafda “İslâm yok edilemez!” diyen Müslümânlar; diğer yanda da "İslâm yok edilecek" diyen ateist laiklerden ibâret, batılılarla sözleşmeli işbirlikçi takımlar...
90 seneye yakın bir zamandan beri milletin üzerine “bölücüler, mürteci’ler!” diye durub dinlenmeden her mekân ve fırsatda, devlet silâh ve imkânları ile yürüyenler; ve her 10-15 yılda bir (darbe ve ihtilâl) ihtilâcları ile Anadolu halkını ve bilhassa Oğuz Müslümanlarını sabataist (dönme) cenâh adına ortadan kaldırma hesabları yapanlar, inkârı gayr-i kâbil bir vâkıa olarak karşımızdadır…
İşte, batı denen mimsiz medenîler ittifâkı, İslâm Ülkesini ikiye ayırarak, milleti de, “biribirine kırdırma" usûlü ile onlara "soykırım" tatbik etmişdir...

ŞEYHÜLİSLÂM M. SABRİ EFENDİ VE BÜYÜK ÜSTÂD NECİB FÂZIL MERHÛMLARIN KALEMİYLE HAKÎKAT…

Fecaatin hududları o kadar devâsâdır ki, Büyük Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Merhûm bunu, “Andaç Lozan”dan 7 yıl sonra şu muhalled satırlarıyla dile getirir:
“-Harb-i Umûmî mütârekesinden sonra 150.000 ermeni Sûriye’ye, 100.000’e yakın yehûdî Filistin’e yerleştirildi. Bunun yüzde biri kadar müslüman muhâcirin bir İslâm muhîtına yerleşdiği işitilmedi… HALBUKİ TÜRKİYE DÂR-I İSLÂM OLMAKDAN ÇIKDIKDAN SONRA, ne ermeniler ve ne de yehûdîler, müslümanlar derecesinde yersiz ve yurtsuz bilhassa sâhibsiz kalmamışlardı.” (25.Temmuz.1930 tarih ve 67 sayılı Yarın Gazetesi)
İşte bu satırlar, yehûdî-haçlı dünyâsının, Müslümanlık ve müslümanlardan aldığı intikâmın hangi derecede olduğunu resmeder…

Şimdi de Büyük Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi Merhûm’un bu satırları yazışından 37 sene sonra, Üstâd-ı Muazzez Necib Fazıl Bey Merhûm’un, yüzde yüz hakîkatı aksetdiren ve tâ ciğerinden kopub gelen (9.8.967)deki feryâdı:
“-Bizi bu hâle getiren, adı ve sanıyla Cumhuriyet Halk Partisidir!
His idrâkiyle millî nefretin mutlak hedefi olmasına rağmen, hâlâ içyüzü şuurlarda billurlaştırılmamış, tam bir tahlil süzgecinden geçirilib kalıplaştırılmamış olan bu parti, TÜRK MİLLETİNE HAÇLILAR VE EMPERYALİSTLERİN YAPAMADIĞINI YAPMIŞDIR. HAÇLILAR VE EMPERYALİSTLERİN, YAHUDİLER VE KOZMOPOLİTLERİN BİLE NEFRET ETMEYİB SADECE DEHŞET DUYDUKLARI İSLÂMİYYET’DEN TİKSİNME VAZİFESİNİ BUNLAR ÜZERLERİNE ALMIŞ; VE BÜTÜN BU OCAKLARIN DÜNYADAN VE KENDİSİNDEN HABERSİZ KUKLASI SIFATIYLA, TÜRK MİLLETİNİ VURMAYA MEMUR EDİLMİŞDİR…..
CEDLERİMİZİN, İÇ VE DIŞ MÎMÂRÎSİYLE HAYATA VE (AGORA)YA HÂKİM OLARAK YAPDIKLARI CÂMİLERİN VE ONLARIN İÇİNDEKİ İBÂDETİN RÛHUNU KAVRAR GİBİ OLDUĞUMUZ GÜN, ESİRLİĞİMİZİN ŞEKİL VE DERECESİNİ ANLAYACAK VE KABÛLÜ MUHTEMEL NAMAZA, İŞTE O GÜN BAŞLAMIŞ OLACAĞIZ!” (Başmakâlelerim, 1995 tab’ı, s:198)

İKİNCİ VE KİNCİ ŞEF’İN DE, BAYAR GİBİ ALLÂH’IN MUTLAK DÎNİNDEN NEFRETİ…

Müslüman bir millete tatbik edilen tenkîl (soykırım) hareketini bir vampir şehvet ve şekâvetiyle sürdürenler, yıllar da geçse, bu millet üzerindeki (soykırımlarının) bir dedektif iziyle sürdürücüsü olmakdan bile aslâ vazgeçmemişlerdir.
Hattâ bu “soykırımın”, hangi noktalara vardığının zaman zaman test edildiğine bile şâhid olunmuşdur!.. Bir misâl vermek icâb ederse, 1970 yılında gazeteciler, Müteveffâ İkinci ve kinci şef’e sormuşlardı:
"-Dînî temâyülleri olan bir parti kuruldu, bunu nasıl karşılıyorsunuz?"
İkinci ve kinci şefin cevâbına bakınız:
“-İyi karşıladım. Hiç olmazsa geçen zamân içinde, onların nisbetlerinin yüzde kaça düşdüğünü anlamış oluruz...”
Dembokrasi sandığı içün müslümanları bilhassa 40 senedir oynatan ve onların enerjilerini meydan ve salonlarda tüketen düzen düzenbazları, neleri ve kimleri, ne içün ve nasıl oynatmaktadırlar, bütün bunların tam bir muhâsebesi yapılmadıkça; ve bir takım mefhumların iç yüzü tam idrâk edilmedikçe; ve mutlak hakîkata bilâ kayd ü şart boyun eğiş yoluna girilmedikçe, bu milletin ayağa kalkması aslâ mümkin olamıyacakdır…

24 Mart 2010 Çarşamba

DÜNYÂ ÇAPINDA BÜYÜK ÂLİM İSKİLİB’Lİ MUHAMMED ÂTIF EFENDİ, TAM 84 YIL EVVEL SALBEN (ASILARAK) ŞEHÎD EDİLMİŞDİ…



Günümüzden tam 84 sene evvel, efrencî 3. Şubat. 1926 Çarşamba gününü 4. Şubat. 1926 Perşembe gününe bağlayan gece, sabaha karşı Büyük Osmanlı ulemâsından İskilib’li Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, mücerred cihâd ve direniş rûhu mükemmel bulunan bir MÜSLÜMAN olduğu içün, Kâinâtı titreten en mülevves bir zulümle salben (asılarak) katl, şer’an ŞEHÎD edilmişdir. Bu sene de, nasıl hikmetli bir tevâfuk ise, 3. Şubat çarşambaya, 4. Şubat da perşembeye müsâdif bulunmaktadır…
Merhûm Âtıf Hoca ile aynı saatlerde Babaeski Müftüsü Ali Rızâ Efendi de aynı şekilde salben katil ve şer’an ŞEHİD edilmiş; ve Anadolu Oğuz Müslümanlarının kökünü kurutmak üzere dönmeler (sabetaisler), 500.000 kişiyi salben (asarak) veya kurşuna dizerek tenkîl etmişler “soykırımına” tâbi’ tutmuşlardır.


İKİNCİ ŞEF KULAK İSMET’İN, LOZAN’DAN DÖNÜNCE ŞU İSLÂM DÜŞMANLIĞINA BAKINIZ: “EĞER HOCALARDAN KURTULMAZSAK, BİR ŞEY YAPAMAYIZ…”


27. Ocak. 2010 târihli haber sitelerinden, Prof Âişe Kadıoğlu Hanımın müthiş bir hâkîkatı dile getirişini okuyalım:
İsmet İnönü'nün Lozan'dan döndükten sonra “Eğer hocalardan kurtulmazsak, bir şey yapamayız!” dediğini hatırlatan Prof. Aişe Kadıoğlu, bu tarihten sonra dinin yasaklandığını ve “gerici” bir konsept olarak görüldüğünü belirtti.”
Bu memleketde “hocaların” şahsında Allâh’ın dîni ipe çekilerek yok edilmiş; ve Prof. Âişe Kadıoğlu’nun tesbîti olarak da YASAKLANMIŞ, EVET YASAKLANMIŞDIR VE HÂLÂ DA YASAKDIR; ve GERİCİ bir KONSEPT OLARAK GÖRÜLMEKTEDİR…
Yukarıda “gericilik” diye geçen keyfiyetin tam bir asırdır ve bugün de kulaklarımızın aslâ yadırgamadığı en meşhûr lâfzı “irticâ’dır!”
Halbuki resmî ideoloji, milleti uyutmak için “Müslümanlığın en iyi ve hür olarak yaşandığı memleketin Türkiye olduğu!” kuyruklu yalanını pek sahtekârca reklâm etmektedir… Bu noktada reklâm edilen, aslında Müslümanlık değil; ve fakat, bir takım beşerî, sun’î, zorlama ve ısmarlama “ilkelere” uydurulmuş, “anayasalar çizgisinde!” yaka-paça sürüklenerek götürülen ve adına da “Müslümanlık” denilen sulandırılmış, ılımlılandırılmış, protestan ve resmî bir dîn karikatürü!.

500.000 KİŞİNİN ASILMASINDAN BAHSETMEK, BUGÜN VESÎKALARIYLA ORTADA…

Şimdi de Şekerbank’ın (Ekim-Kasım, sayı 156 numaralı) “Şeker Çocuk” isimli mecmuasının 8. Sahifesindeki şu satırları okuyalım:

“Bir gün Mısır’da bağımsızlık davası için çalışan liderlerden biri, Mustafa Kemali görmeye gelmişti.
Kendisine:
“-Bizim hareketin de başına geçmek istemez misiniz?” diye sordu.
Olabilecek şey değildi ama, insanları yoklamayı çok seven Mustafa Kemal:
“-Yarım milyonunuz (500.000 kişi) bu uğurda ölür mü?.” Diye sordu.
Adamcağız yüzüne bakakaldı.
“-Fakat Paşa Hazretleri! Yarım milyonumuzun ölmesine ne lüzum var?. Başımızda siz olacaksınız ya…”
Mustafa Kemal:
“-Benimle olmaz Beyefendi Hazretleri, yalnız benimle olmaz. Ne vakit halkınızın yarım milyonu ölmeye karar verirse, o zaman beni ararsınız…”

500.000 kişi… Dile kolay!. Erzurumda şapkaya muhâlefet etdi diye ihtiyâr bir kadın olan “Şalcı Bacı” bile darağacında salben can vermedi mi?
Kemahlı Hoca, üç Ali denen kirâlık kâtillerin idâm kararından bir hafta evvel vefât edib defnedildiği halde, mezârından çıkarılıb “idâm kararını” infâz içün dünyâ târihinde eşine rastlanmayan bir vahşet ve kana susamışlıkla cesedi darağacına çekilip asılmadı mı?..
Bütün bu ve buna benzer hâdiseler de nazar-ı itibâre alınırsa, kaç (yarım milyonlara bedel) Anadolu insanının kanına girilmişdir acaba?...
“-İhtimal ki çok kelleler alınacakdır!”
Diye bunun ilânı bile yapılmışdır…
“-KANLA irfanla kurduk biz bu cümhûriyyeti!”
Yollu mısraları dünyada marş olarak okuyan ve okutan başka bir “ulus ve zinde kuvvet” var mıdır?.
“-Bu yolda ölmek var, öldürmek var, öldürülmek var!”
Diye emekli üst subaylarca ortaya atılan gözü kan bürümüşlükleri, silâh üzerine yemin ederek(!) gizli ve saklı mekânlarda ortaya koyan cinâyet şebekeleri, acaba bu memleketden başka dünyanın neresinde görülmüşdür?.
Yapdıkları darbe planları fâş olunca, onları “harb oyunları!” v.s diye dünyaya yutduracağını sananlar, acaba Afrika ormanlarında bile mevcut mudur?.
Milletin verdiği Ordu kumandanlığı makâmı ve Org. Rütbelerini, o milletin tepesine “ÇÖKECEĞİZ!” diyerek işletenler de bu memleketin dışında bulunabilir mi?
Emrinde oldukları âmirlerine(!) Emasya soyundan şeyler içün “paşa paşa imzalatdık!” diyecek kadar ısyankâr, bu tip küstahlık ve gemi azıya almaları marifet sayan adamlar dünyanın başka nerelerinde yetişir?
İçinden çıkdıkları milletin bir kısmını ezib yoketmek üzere, elleri altındaki taraftarlarına “irtica yaygaraları koparın!” diye emir ve talim’atlar yağdıran ve en üst rütbelere kadar da içinden çıkdığı milletin ihsanlarına garkolan asker kişilere; ve câmiler gibi mukaddes mekânları patlatma plânları yapan ve üstelik de silâh üzerine yemin ederek(!) milletine ihânet etmeyeceklerine söz veren “dîn, îmân ve nâmus bekçilerine!” târih hiç rastlamış mıdır?.
Ve nice fâili mechuller… Toplu infazlar… Dışkı yedirmeler… Darbe hapishânelerinde revâ görülen en iğrenç işkenceler… Dil ile tarifi gayr-i kâbil manzaralar…

İKİNCİ VE KİNCİ ŞEFİN İSLÂMİYYET’E VE HOCALARA OLAN TÜKENMEZ BUĞZ VE ADÂVETİ…

İşte Merhûm İskilib’li gibi zerre kadar suçu olmayan millet evlâdı “hocaların!” ipe çekilip soykırımına tâbii tutulmalarının ardında, Lozan’da verilen sözler yatmaktadır…
Ne demiş İkinci ve kinci şef:
“-Eğer hocalardan kurtulmazsak bir şey yapamayız!”
1950’de, Taksim’de atdığı nutukda:
“-Dîn, medenî bir cemiyet olarak ilerlememize mâni’ bir zehirdir!”
Küfr ü hezeyânı da gene aynı ikinci şefe âiddir…
Onun içün “hocaları” ve onların îmân ve kafasındaki milleti asıp keseceksin ki, haçlı ve yehûdî emrinde hangi sadâkatle çalışılıyor; ve “bizi artık kendinizden bir parça sayabilirsiniz!” yalvar yakarlığı ve etek öpücülüğü hangi samîmiyyetle isbât ediliyor, bütün cihân görüversin!
Büyük Allâme ve Şehîd İskilib’li Muhammed Âtıf Efendi’nin idâmı aslında İslâmiyyet’in idâmıdır… Zaten Müteveffâ Mosonlardan üçüncü Şef Bay Bayar, bu sadâkatı en gür sesle ortaya koyan üç kişi ise, o, bunlardan birisidir… Ne demişdi bir zamanların “Galib Hoca” etiketiyle Anadolu halkının gözünü külleyen bu adam:
“-Lozan’da verdiğimiz söz gereği, Müslümanlığı Türkiyeden tamâmen kaldıracağız!”
Usûlü de gâyet net ve sarîh vaz’etmişdi:
“-Biz bu işi mihrabdan halledeceğiz!”

PROF. ÂİŞE KADIOĞLU’NDAN, TÜRKİYE’DE İSLÂMİYYET’İN YASAKLANDIĞININ TESBİTİ…

Şimdi biz Prof. Âişe Kadıoğlu’nun adı geçen konuşmasından şunları da nakledelim:

“-…Kadıoğlu, 1920 yılından 1923 yılına kadar İslâm'ı dışlamayan bir modernleşme öngörülürken, Cumhuriyet elitlerinin 1923'ten sonra dine karşı tutum takındığını belirtti…..

…Aynı zamanda Oxford Üniversitesi'nde misafir öğretim üyesi olan Kadıoğlu, Londra'da London School of Economics'te (LSE), “Türkiye'de Laiklik” konulu seminerde konuştu. Laikliğin kendine uygun bir İslâm icat ettiğini kaydeden Kadıoğlu, bu din anlayışının devlete sadık bir aygıt olmasının amaçlandığını kaydetti….

…Cumhuriyet elitlerinin gelişmenin önündeki en büyük engelin İslâm olduğunu düşündüğünü ve bu yüzden islâmî kurum ve kuruluşların kapatıldığını ifade eden Kadıoğlu, “Hatta bazı Cumhuriyet elitleri, Hıristiyanlığa geçmeyi bile düşündü. “Eğer İslâm'ı bırakıp Hıristiyanlığı seçersek, gelişebiliriz” düşüncesi vardı. Mesela Mahmut Esat Bozkurt “İslam gelişmenin önünde bir engel. Biz bununla devam edemeyiz demiştir” dedi…..

Görülüyor ki, aslâ suç işledikleri içün değil, mutlak olarak yok edilib ortadan kaldırılmalarına karar verildiği içün bir milletin hocaları ve müslümanları ve onların şahsında da Allâh Azze ve Celle’nin Dîni ipe çekilib yok edilmişdir…
Bu şenâat ve denâatların üzerinde irtikâb edildiği remz şahsiyet ise, İskilib’li Merhûm Muhammed Âtıf Hoca’dır…

BÜYÜK ŞEHÎD, “ÖZÜR DİLESİN AFV EDİLECEK!” DİYEN ANKARA DİKTA VE KÜFRÜNE, “ÖZÜR DİLEMEK DE KÜFÜRDÜR!” DİYEREK ÖYLE BİR MEYDAN OKUR Kİ, DÜNYÂYA ŞANLI VE ŞEREFLİ BİR DİRENİŞ TİMSÂLİ OLMUŞDUR…

Büyük Osmanlı ulemâsından Dünyâ çapında haklı bir takdîre sâhib İskilib’li Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri, efrencî 1924 târihinde yazdığı 32 sahîfelik “Frenk Mukallidliği ve Şapka” nâmındaki eseri içün, 1925 nihâyetinde çıkarılan “Şapka iktisâsı Kânûnuna” muhâlefet suçlamasıyla; ve o kânun, dünya hukuk vicdânını katledercesine mâkabline teşmîl edilerek; ve Kel Ali, Kılıç Ali gibi a’zâları hukukçu olmayan engizisyon mahkemesi veya “İstiklâl Mahkemesi” denen mahallerde ve hiçbir suçu olmadığı halde mazlûmen gûyâ muhâkeme edilmiş; ve nice sürgün ve işkencelerden sonra Ankara’daki cellatlardan özür de dilemeyib “özür dilemek de küfürdür!” diye meydân okuduğu içün, 1926 şubat ayının 4’ünde (Perşembe günü sabaha karşı-BU YIL DA AYNI 4 ŞUBAT PERŞEMBEDİR), başında sarığı ve sırtında cübbesi ile darağacında ve cihânın yüzkarası olan bir ZULÜM VE KÜFÜR TİMSÂLİ ve âbidesi ma’rifetiyle asılarak ŞEHÎD edilmişdir…
Büyük Şehîdimizin cenâzesi âilesine BİLE verilmediği gibi, gasledilib kefenlenmesine de müsâade edilmemiş; ve mechul bir mahalde toprağa verilmişdir... Merhûm’un, 84 senedir bilinemeyen kabri, DNA testleri neticesinde birkaç hafta evvel tam tesbit edilerek, cesed-i şerîflerinin bakıyesi akrabalarına verilerek İskilib’e nakl ile mezâr-ı şerîfine tevdi’ edilmişdir.
İdâmından bir gün evvel Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm’ı âlem-i menâmda görüb kendilerine kavuşma “emrini” alınca da, müdâfaalarını yırtıb atan BÜYÜK ŞEHÎDİMİZ’in hâtırâsını, Üstâd Merhûm Necib Fâzıl Bey’in “Son Devrin Dîn Mazlumları” eserinden sunacakları bilgilendirmeler ve MAHALLERİNDE YAPACAKLARI ictimâlarla yâd edecek ve MERHÛM ŞEHÎDİMİZİN RÛH-I ŞERÎFLERİNE Hatm-i şerîf, 7 Yâsîn-i şerîf ve Fâtiha-yı şerîf ihdâ edecek ihvân-ı dinden HAKK Azze ve Celle râzı ola…
(Büyük Şehîd’in zevcesi sâlihât-ı nisvandan Zâhide Hanım Hazretlerinin de, idâm gecesi Merhûm Şehîd Hoca ile aynı zamanda gördüğü rü’yâda, merhûm zevcinin kendisine: “Ben artık gidiyorum, sakın arkamdan ağlamayın, bana 7 Yâsîn okuyun!” dediğini, Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey adı geçen nâdîde eserinde kitâbet buyurmuşlardır…)

10 Mart 2010 Çarşamba

AKP VE ONUN DİB’İ İLE BUNLARIN KOALİSYON ORTAĞI FETTOKÜLLİ TAKIMI, ATEŞLE DEĞİL, ŞİMDİ DE CEHENNEMLE OYNAMAYA BAŞLADI!.


Büyük Üstâd Merhûm Necib Fâzıl Bey’in ifâdesiyle “Denâet” işleri başındaki (Yarda..ğlu) veznindeki Bardakoğlu’nun, 3.Ocak.2010 târihinde matbuatda yer alan o çirkin kataküllisi aynen şöyledir:
"-Ancak, sadece bizim gibi düşünenler ve bizim gibi inananlara saygı duyarsak, o zaman bu dünya hayatını cehenneme çeviririz!"

Sarık-cübbeli başpolitikosun bunu, rastgele ve lâf olsun diye diline alamıyacağı bedâhaten ortada…
“Saygı duymak” ta’bîri de, esperanto=uydurukça (Merhûm Büyük Üstâd’ın tâbiriyle kurbağaca) her kelime gibi, sabataistlerin (dönmelerin) işletdiği ve ikiyüzlü “batı kilisesinden!” ithâl etdiği bir nesnedir... Müslüman Oğuzların hükûmetleri zamanında cârî olan “hürmet etmek, ta’zimde (ihtiramda) bulunmak” gibi kelimelerin yerine ikâme edilmiş îmân sökme tableti!.
Son senelerde bu “saygı duymak” ta’biri, mürâîlik ve münâfıklık elinde kullanılan son derece fâhişe bir ma’nâya sahib kılındı… Hacı, hoca, mücâhid ve mücâhide(!) geçinenlerine kadar herkes, herkesin ne kadar ucûbe ve yamuk, iğrenç ve pislik de olsa, ne kadar “düşünce ve inanışı, îmân ve fikri” varsa, bütün bunlara “saygı duyar!” oldu!..
Vatikan’ın îcâd etdiği ve ABD-AB-Telaviv hattının da tam desteğini alarak Van Minit Receb Tayyib Bey hükûmet-i cümhûriyyesine ve onun DİB’ine ve Pensilvanya safoşlar cemaatine biçilen yeni dînin adı “Hoşgörü-Diyalog-Saygı-Sevgi Dîn-i Vatikânîsi!”dir… Bu yeni dinin ekânim-i selâsesi yani üçlemesi de, (Tevhid-Teslis ü Testis-Saygı!)dan ibâret yepyeni bir nesne bilinse yeridir!…
Hâşâ ve kellâ “İbrâhimî Dinler!” diyerek, Mardin taraflarındaki Nâsıriyye Medresesinin avlusundaki havuzun üstüne kurdukları kıçıkırık salaş köprüden, haham, papaz ve imam denen sarıklı-sarıksız ruhban takımı politikacıları geçirenler; ve bu üç dînin de HAKK DÎN olduğunu ve bunların hangisine îmân edilirse bu salaş köprüden geçildiği gibi “Sırat Köprüsünden de aynen böyle geçileceği!” mesajını verenler; ve bunların mutlak şirk ve küfr olmasına rağmen bütün dünyâya ve müslümanlara bu rezâletleri zerketme hayâsızlığında bulunanlar, Bardakoğlu’nun yukarıya aldığımız o sözüyle de aynı hedefe yönelmekte, aynı işbirliği içinde bulunmakda ve aynı muvâzîliği ortaya koymaktadırlar…
Yarda..ğlu veznindeki Bardakoğlu demek istiyor ki:
“-Eğer sadece Müslümanlığa âid îmân ve düşüncelere SAYGI DUYARSANIZ DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRİRSİNİZ… Dünyayı CEHENNEME ÇEVİRMEK istemiyorsanız, yehûdiyyet ve nasrâniyyet îmân ve düşüncesinde olanlara da SAYGI DUYMALISINIZ! Onların îmân ve düşüncelerine de saygılı olmalısınız!”
DİB denen yerin başındaki Başpolitikos Bay Bardakzâde’nin, o makâma oturtulduğu demlerde verdiği beyânâtı da hatırlarsak, mes’ele tam vuzûha kavuşur ve iblisleşmelerin maksâd ve hedefi tam anlaşılır:
“-Artık dîni ve dindarlığı, geçmiş dönemlerde yazılmış kitabların satırları ve formatları içinde değil, dünyâya bakarak inşâ etmek ve ona göre çizmek istiyoruz!.”
Nasıl?. Beğendiniz mi?. Başpisikopos veznindeki Sarıklı Başpolitikos, “dünyâya bakarak yeni bir dîn ve dindarlık inşâ’ edecekmiş!”
Van Minit Receb Tayyib Bey Hükûmet-i Cümhûriyyesi’nin, buyrun yazboz tahtalı ve balyoz tokmaklı “Dîn Politikası!”
“Dünyâya bakarak yeni dîn inşâ’ edeceklermiş!” Cür’etin bu kadar dehhâmeleşmişini bir de alâmeleinnâs cihâna i’lân rezilliği… Vatikan-ABD-AB ve Telaviv hattının emrinde “Hoşgörü-Diyalog ve Saygı Dîn-i Vatikânîsi!” denilen yepyeni bir Dîn…
Sarıklı Başpolitikos ve onun hükûmet-i cümhûriyyesi ve Pensilvanya Başrâhibliği, el ele, omuz omuza, bu yeni uydurma dîni (bazılarımız buna hâlâ ılımlı İslâm diye dursun!) işte böyle inşâ’ etmenin gözküllemeleri peşindeler… “Fettokülli-Yardakülli!” fırıldaklarıyla şu denilmek isteniyor:
“-Sakın yehûdiyyet ve nasrâniyyet îmân ve düşüncesinde olanlara da saygıda kusûr etmeyin, sâdece kendi dîninize saygılı olmayın, yoksa cihâd diyerek dünyâya adâlet tatdıran ecdâdınız gibi kefere zulümlerini ve saltanatlarını yıkar, binnetîce sevgili, kabuklu ve kabuksuz ABD-AB-Vatikan ve Telavivli gâvurcuklarımız hesâbına dünyâyı cehenneme çevirirsiniz!”
Aklı başında bir müslüman değil de, bir tek sıradan adam bile bunların binde birini kabûl edebilir mi?…
Elin yehûdi-haçlı-kabuklu-kabuksuz gâvurları, Irak gibi, Afganistan gibi, Filistin gibi, yeni yeni de Yemen gibi daha nice İslâm topraklarını “CEHENNEME ÇEVİRİRKEN!” sen bunları görmiyecek, göstermiyecek; ve müslümanların bunları görmemesi içün “îmân ve fikir fâh….liği!” cinsinden haltlar yiyeceksin; bu millet de, dünyâ ile berâber bunca gaseyanları yutacak!
Uyarıyoruz:
“-Gadab-ı İlâhîyi ve kahr-ı ilâhîyi celbedecek son derece iğrenç manzaraların içindekiler, bu aşşağılık hallerden rücû’ etmezlerse, iki cihanda da sürünmekden ve hâsırînden olmakdan kurtulamayacaklardır…”
Hükûmet-i Cümhûriyye’nin tepesindeki Van Minit Receb Bey, “irticâ’ yaygaralarının!” tam yüz senedir arşa çıkdığı bir âfet devrinin sonunda, bu feci gidişden âcilen ve sür’atla ve alenen tevbe ederek dönmezse, başına daha çoook felâketleri da’vet eder; ve o mülhidliği iflâh olmaz müseccel ateist CEHE. Partisi ve kuyruğundaki sivil ve askerî kriptoların şirretlikleri de aslâ tükenmez; ve daha “Peygamberlik!” lâfızları ile bile oyun oynayan münâfık, kefere ve fecere sürülerinin erâcif sıçratıp durmaları da aslâ son bulmaz… “Peygamber ve Peygamberlik” lâfızları ile ifâde edilen en makaddes ve muazzez mefhûmları bile, âdî, mülevves, dışdan güdümlü ve dembokratik-laik politikalarının bir âlet ve malzemesi yapanları, “Dîni, İslâmiyet” olan bir milletin vekîli veya (ehl-i hall ve’l-akdi) kabûl etmek de aslâ mümkin olamaz…
Buraya kadar, “Müslümanları, dünyayı cehenneme çevirmek!” tehdîdi ile (balyozculara eş) bir başka cins “iç tehdîd” olarak köşeye sıkıştırma peşindeki sarıklı politikacıların, efrencî 2010 senesinde, ekmeğini yediği milletine kazdığı çukurları gördük… AKP ve Receb Beyin DİB denen yerin başına dikdiği sarıklı politikacının, dîn, îmân, akıl, mantık ve rûh topoğrafisi ve akıllıların aklına ziyân keyfiyeti işte bu… Tabii asıl, onu oraya kazık gibi çakan ABD ve yardakçılarının hadımağası hükûmet-i cümhûriyyesinin…
Şunlar ise, her noktalarına kadar işgal etdikleri milletin, uğrunda 1000 yıl can verdiği dînini, haçlı gâvurlarından bin beter yok etmeye çalışanların manzarasını ortaya koyan; ve efrenci 1928 senesinde bin yıllık millî harflerimizle tab’ olunan Tefsîr satırları… Bundan tam 82 sene evvel, “Türkiye’yi kabuklu avrupa ve yunan keferelerinden Kurtaranların(!) Şerîat Vekîli Muhammed Vehbî Konevî” Merhûm’un satırları:
“-…İşte bu gibi ahkâm-ı şer’iyyeye vukûfu olmayan kimseler, ehl-i kitâba (UHUVVET ve HÜRMET etmek (saygı göstermek) istemişler ve ba’zı âdât ve an’anelerini kabûl ile MUHABBETLERİNİ CELBE ÇALIŞMIŞLAR ise de, Balkan fecîa-yı âhıresi, bu misillü harekâtın (…..) yanlış olduğunu ve onlarda aslâ mürüvvet ve insâf olmadığını meydana koymuş; bu ve bunun emsâli âyetlerin sırrı zuhûr etmişdir. Binâenaleyh onlara mahabbet edenler ve fâide bekleyenler de yanlış olduğunu anlamışlardır. Fakat ba’de harâbi’l-Basra…” (Hulâsatü’l-Beyân Fî Tefsîri’l-Kur’ân, c:2, sh:13-14,1928 tab’ı)

İŞTE İKİ DÎN VE İKİ SARIKLI

Birincisi, sarık ve sırmalı cübbe altında müslüman görünüşlü; ve 2010 model yehudi-haçlı “saygısına ve cehennemine!” ve “hoşgörü-diyalog dîn-i Vatikânîsine” göre programlanmış; ve Bay Bayar’ın “Lozan’da verdiğimiz söz gereği Türkiye’den Müslümanlığı tamâmen kaldıracağız!” şeklindeki irâdesine göre ince ayarlı ABD globalizmine ve onun politik frekansına sâhib kılınmış bir Bardakzâde!.
İkincisi ise:
“-Allâh’ın Dîni işte budur, bu dîn 15 asırdır Peygamberi ve topyekûn ulemâsıyla böyle tebliğ edilen mutlak hakîkat ve biricik Hakk Dîndir!”
Diyen; ve şahsiyyetini, 1924’lerin tozu dumanı içinde bile Börekçizâdeler ve sonra gelenler gibi kirâya vermeyen; (Cehe. pırtısının zehirlediği Akseki ve Bilmen merhûmlar hâriç) ve îmân ve İslâm’ını asla programlatmayan; ve devrinin en başda oturanına da:
“-Şu meclisden, geldiği gibi giden tek sarıklı!..”
Dedirten; ve dîni de Müslümanlık olan adam…
Yehudi-haçlı kabuklugiller familyaları içün “saygı-mahabbet-ibrâhimîlik-cennetler-rahmet ve mağfiret bakışlı aşklar!” peşindeki (fettokülli-yardakülli) sarıklı başpolitikoslarına, Merhûm Vehbî Efendi’nin şu satırlarını da “hidâyete” vesîle olması niyetiyle iktibâs edib okutacağız:
“-HULÂSA yehûd ve nasârânın hiçbir vecihle arzularına ittibâ’ CÂİZ OLMADIĞI; ve ittibâ’ edildiği sûretde ZULÜM İRTİKÂB EDİLMİŞ OLACAĞI; ve İTTİBÂ’ EDENLERİN KAHR-I İLÂHÎYE MÜSTAHIK OLACAKLARI bu âyetden müstefâd olan fevâid cümlesindendir…” (a.g.e.aynı sahîfe)
Kahr-ı ilâhîye müstahık olmak…
Biz desek mangalda kül bırakmazlar!. Ammâ ne yapalım ki, tapdıkları cumhuriyetin ŞERÎAT VEKÎLİ olan zât bunları söylüyor… Bu satırlar, adamların enselerine vura vura bin kere tekrar etdirilse gene azdır…
Evet, 1923 Lozan andlaşması ile “Müslümanlığın Türkiye’den tamâmen kaldırmasına SÖZ verenlerden” itibâren bugüne kadar neyin “câiz olmadığı”; ve bu “zulmü irtikâb edenlerin” de, bugünkiler dâhil neye müstahık olacakları, işte MUTLAK BİR DÎN HÜKMÜ OLARAK ve mütehasısı diliyle, yukarıda apaçık duruyor!.
Bu sarıklı başpolitikoslar ve onların tepelerindeki patronlarla bu milletin encâmı, bu 87 yıllık gâvur YARDAKÇILIĞI İLE nereye varır, MÜSLÜMANCA VE ADAM GİBİ düşünmek lâzım!. Safını ve tarafını apaçık ortaya koyamayan bir milletin de ne kadar hayat hakkı vardır, târîhe bakan bunları apaçık görecekdir… AKP ve RT Bey hükûmet-i cümhurlobiyyesi:
1)    Zaten, bu yardakçılık uğruna, zerre kadar Allâh’dan korkmadan “İnneddîne ‘ındallâhi’l-İslâm” âyetini hutbelerde okumayı yasak etdiler…
2)    Zâten, bu kabuklu yardakçılığı içün, zerre kadar îmân sancısı ve Allâh korkusu taşımadan mekteb kitablarından, Kelâm-ı Kadîm’deki “Ente Mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn= Ey Allâh’ımız! Bizim Mevlâmız, sâhibimiz, Rabbimiz ancak sensin! Bize, bütün müslümanlara yardım et ki, bütün kâfirlere, yehudi ve nasrânîlere mansur olalım!” cümlesini, altı okçu-üstü b..çu kadîm Cehe. Partisi jakobenizmasından da beter BİR İSLÂMSEVMEZLİKLE kaldırıb atdılar!.
3)    Zâten, Fâtiha-yı Şerîfe’nin sonundan “gayril mağdûbi aleyhim veleddâllin” cümlesini ve meâl-i âlîsini de o gâvur yardakçılığı uğruna, mekteb kitablarından yehudice yok etdiler… Çünki bu âyetin tefsirinde Büyük Müfessirimiz Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri:
“-Bütün müfessirler ittifâk etmişlerdir ki, buradaki gadaba uğrayanlar ile murâd, yehûdîler; ve dalâletde olanlarla da murâd nasrânîler yani hırıstiyanlardır!”
Buyurmaktadır...

Beş vakit namaz kılan bir müslüman 24 saatde tam 40 defa, evet 40 defa, Allâh Azze ve Celle’ye Fâtiha Sûre-i Celîlesi’nin son cümlesiyle işte şöyle duâ etmektedir:
“-Ey, Sübhân olan Allâh’ım! Beni ve bütün müslümanları, gadaba uğrayan yehudilerin ve dalâletde olan nasrânîlerin yoluna sakın düşürme, onların birliğine sakın dâhil etme, sakın onların inanç ve düşüncelerine saygılı, ta’zimkâr eyleme, onların düşünce ve îmânlarını tasdîk ve tahsîn etmekden beni ırâğ eyle, beni onlardan uzak tut!”
İşte MUTLAK HAKÎKAT, MÜSLÜMANLIKDA bu… AKP’nin ve Van Minit Receb Tayyib Bey’in Başpisikopos veznindeki Başpolitikosunun, neyin peşinde ve dümenlerinde olduğunu, bazı safoşlar şimdi bir nebzecik de olsa, kelle kıvrımlarına İNŞAALLÂH yerleştirmişlerdir!.
Adamlar, kadîm 6 kazıkçılar gibi müslümanları kazığa çakıp ipe çekerek ve kurşuna dizerek Müslümanlığı yok etmenin peşinde değil; Pensilvanya Hoşfendisi takımlarıyla da el ele gönül gönüle, “Hoşgörü-diyalog-saygı-baygı-ta’zim-hürmet-ihtirâm-aşk u meşk!” numaralarıyla malı götürmenin iblisliğindeler…
9.Ocak.2010 takvim-i efrencîsindeki beyânât olarak, Başpolitikosa göre “din hizmetini en sağlıklı ve en doğru şekliyle” verecek merci’ de, Bardakzâdegillerimiz…
Devlet DİB denen yeri ne içün kurmuş?. Ve gel de şimdi Bardakzâde Ali’nin aynı konuşmasından vereceğimiz (reklâm filmi) içün, şunları da “yiyene” demeden bir sâniyecik dur:
“-Milletimiz dindar olduğu, dinini önemsediği, devletimiz dini önemsediği için ve din hizmetinin sağlıklı ellerle doğru şekliyle verilmesi önceliği için kurulmuştur."
Sarıklı politikacının kataküllisini beğendiniz mi?
Tam tersine DİB, “devletin, İslâmiyyet’i yasaklayışını ve İslâmiyyet’in yerine uydurma bir dîn koyuşunu”, ehâlinin gözünden kaçırmak içün; âyet ve hadisleri yamultarak göz küllemek ve milleti aldatmak içün kurulmuşdur… Düzen, hem “laikim dembokratiğim!” diyecek; hem de, “dini mühimseyib ona hizmet etmek içün sağlam ve doğru yollara!” yollanacak… Farz-ı muhal diyelim ki dinden kasıt da Müslümanlık!!!.. O zaman “DİB’in 633 sayılı kânûnu” ile, vâiz ve müftülerin(?) Müslümanlığın muâmelât, ukûbât, münâkehât, mufârekât, miras, bey’ ve şira’, ahkâm-ı sultâniyye gibi yüzlerce dînî, îmânî, şer’î ve “zarûrât-ı dîniyyeye” müteallık mes’elesini anlatmalarına neden yasak konulmuşdur?.
Zarûrât-ı dîniyyeden bir tek kânûnun değil inkârı, onlardan birinde (şekk ve şübhe) dahî adamın Müslümanlıkla zerre kadar alâkasını bırakır mı?. Üstelik bu, en temel akâid ve usûl-i dîn kânûnu değil mi?.. İslâm dışı “îmân ve düşüncelere saygı!” isterlerken, kabuklu kuyruğundaki sarıklı politikacılar, işte bu temele (tri nitro tolüen) yerleştiriyorlar!. 15 asırlık son Şerîat devrinde değil, Âdem Ayhisselâm’dan kıyâmete kadar bir müslüman, “şer’î îmân ve düşüncenin” dışındaki bir nesneye aslâ “saygı=hürmet=ta’zîm=ihtirâm” gösteremez!. Bu, onun mutlak olarak îmânî bir mükellefiyyetidir. Ancak ve sâdece:
“-Senin dînin sana benimkisi bana, senin düşüncen seni benim düşüncem beni bağlar, herkes kendi îmân ve düşüncelerinin elinde ne ise odur…”
Diyebilir… Aksi halde kendi zıt ve terslerine “saygılı!” oluşu, onun, kendisindekilere “saygısızlığı!” demekdir; ve bunun adına da “îmân ve fikir fâhişeliği!” denir… Bu milleti topdan ve tam 102 senedir böyle bir “fâhişeliğin!” içine sokak matinatosu gibi sokmaya çalışanların encâmı, işde dünyânın gözleri önünde!
O 633 sayılı DİB kânunu ile, Müslümanlığın yasak edilerek, ancak “îmân, ibâdet ve ahlâk” kısımlarının, o da “anayasa çizgisinde!” anlatılabilme mecbûriyyetini “ulus” yutar; ve “ulusalcılar da öpüp başına koyar” ammâ, “ANADOLU MÜSLÜMANLARI”, millet-i İbrâhîm ve aklı başında insanlar yer mi?.. Üstü topaç, altı kıraç ve sûreti-endâmı (Altıkulaç) birâderiniz, DİB’inizin başına geçirildiği gün:
“-Yüce din hizmetlerini anayasa çizgisinde yürüteceğiz!”
Deyû, utanmadan ve arlanmadan ve bütün ins ü cinne karşı beyânât verdi mi vermedi mi?. Ve bu da, kânûn icâbı bir rezillik mi değil mi?. Yani tapındığınız kânûnlarınız hem de DİB’e müteallık ana-avrat-kocakarıyasa kânûnlarınız arasında, “Din hizmetleri anayasa çizgisinde yürütülür!” diye bir kânûnunuz var mı yok mu?..
Yok deyin hadi!. Allâh Azze ve Celle’nin irâdesi, kulunun irâdesine tâbi’ olarak yürütülecek öyle mi?!… O ana-avratyasa ki, 30 yıldır başda (ana-avratyasa mahkemesi) olmak üzere her önüne gelen hükûmetin delik-deşik ederek, üstelik bilmem ne sokağının zillisine çevirdiği bir nesne ise… Ulan, gerzek sürüsü! “Müslümanlık” dediğimiz Allâh Azzenin mutlak dîni, nasıl böyle zilli-pilli-kirli.. darbe, tekme, heybe, sille tokat “ana-avratyasalarının çizgisinde yürütülür?!” Lâ teşbih Piramit tepesi üstünde durur mu?. 102 senedir o zilli ana-avratyasalarınızla yan yatıb çamura batmadınız mı???
2009’un ilkbaharında bir televizyon programında kabuksuz Mümtaz Soysal’la Hollandalı parlamenter kabuklu Lagendijk arasında bir mübâhese cereyân etmiş ve Soysal aynen şöyle demişdi:
“-Diyânet İşleri Başkanlığı, dînin (Müslümanlığı kastediyor) cümhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!”
Laikim yani ateistim diyen bir devlet veya rejim veya sistem, ne olursa, DİB gibi gözbağcı mahalleri îcâd ederek “Allâh’ın Dînini yamultma, ana-avratyasalara uydurma, ilke ve ülkülere yama yapma ve istismâr” fazîhalarından kurtulmadıkça, 1923’lerdeki ŞERÎAT VEKÎLİ HOCANIN yazdığı gibi asıl o “KAHR-I İLÂHΔ (iç tehdîdi) aslâ ortadan kalkmayacak; ve Müslümanlığı o ana-avratyasa çizgisinde yürütme püsküllü belâsı olan mürtecîlik (iç tehdîdi) de, devletlerinden hükûmetlerine, dembokrasilerinden laikliklerine, partilerinden pırtılarına, ideolojilerinden doktrinlerine hiçbir şeylerinin ve hiç kimsenin tepesinden eksik olmayacakdır…
Paşa paşa okutduklarımız da dâhil, bütün dünyâlı ve (uzaylı=fezâlı) cihân mahlûkâtının bilgilerine…