Dembokrasinin nasıl bir din (tabii mecâzî ma’nâda din, religion) telâkkî edildiğinin en mükemmel isbâtı da F. Gülen’in şu satırlarında:
9) “-….demokrasi, insanların bütün ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir sistem şeklinde dizayn edilebilse, inanan insanın hayatını kabre kadar düzenlemesine yardım etse, kabirden öte problemlerine cevab verebilecek kapsam ve kapasitede olsa, mahşerdeki problemlerine çâre bulabileceği bir zemin teşkîl etse, bütün bunlara imkân verebilecek şekilde dizayn edilse, fena mı olur?” (a.g.e. s.285)
Ne fenası, bal gibi de iyi olur, dembokratlar iki cihanda köşeyi döner! İslâmiyyet’den de kurtulmuş olurlar ve beşerî bir dembokrasi dini en doğrusu religionu, her şeye kâfi gelince, onun müessisi olan tanrılara nasıl şükredilir bilemeyiz!.
İmrâlı’daki ermeni ise kitabında resmen “BEN TARIYIM!” diye yazıyor! Kürt milletvekili Hasab Kaplan da (8.7.11’de) “Demokrasinin ma’bedi parlamentoya!” diyerek religion’nunun dembokrasi olduğunu açıkça söylemeye başladı. Kandil’in Karayılan’ı da “Dînimiz Zerdüştlükdür!” nânesi yiyerek T.C.’deki dinler panayırına atkı ve katkıda bulunuyor!
Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhum:
“- İmtiyâz-ı Rubûbiyyet sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir!” buyurmakla, amma da hikmetli ve kerâmet çapında müthiş bir beyanda bulunmuş, nûr içinde yatsın!
Şu Okyanus Ötesindeki müctehidin yazdıklarına bakınız, bir de Müfessir Merhumun 6 kelimelik bir tek cümlesine… İşte gerçek dînin gerçek ulemâsının yüksekliği, hikmetli kelâmı, asâleti, soy necâbeti, fazîleti, ilim ve amel fâikiyyeti, ihlâs ve samîmiyyet irtifâı ve… Ve bugünün iptizâl, çamur ve bataklığı…
Hümanizma felsefesine îmân ederek İslâmiyyet gibi vahye müstenid (hakk)bir dîni ve onun “Azîz, Raûf ve Rahîm” Peygamberini kınayan, kusurlu gösteren, âciz bulan, yanlışa nisbet eden şu akıl ve ruh marazı satırlara sanki yukarıdaki abukluk ve ayar tanımazlık az gelmiş gibi, bakınız başka bir kitabda nasıl devam ediyor!.
Televizyonlara çıkarak, zarûrât-ı dîniyyeden olduğunda 15 asrın bütün ulemâsının ittifak etdiği (teaddüd-i zevcât) meselesini inkâr ve istiskal eden ve Okyanus Ötelerinin gözdelerinden Nevval Sevindi nâm boyâniyye, “Global Hoşgörü ve New York Sohbeti!” nâmını verdiği cehâletnâmesinde (kitabında) hocasının o hasta ifâdelerine bakınız nasıl yer veriyor:
10) “- ….belli bir dönemde, bazıları herhalde kendilerini savunmak için dört kadınla evlenmenin cevâzı üzerinde ısrarla durdular.”
Karşısına aldığı boyâniyyenin nabzına tam uygun ve ona keyf bahşedici ne kerâmetengiz bir atış!
“Dört kadınla evlenmenin cevâzı üzerinde ısrarla duran!” hem de 1500 senedir ve Kıyâmet’e kadar; ve hem de, daha da çoklarıyla Âdem Aleyhisselâm’dan beri, bizzât ins ü cinnin mutlak Rabbi Allâh Azze ve Celle’dir…
Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri, bu kabil hastalıkların altında, “Rabbin ukalâ kullarının, kendisini beğenmemek megalomanisinin yatdığını!” da beyân eder…
Kelâm-ı Kadîm, (Nisâ 3. Âyetle) bunu, aslâ şek ve şübhe edilmesi bir müslüman içün hatırdan geçirilemiyecek kadar olmazsa olmaz bir îmân umdesi, evet, (zarûrât-ı dîniyyeden) bir îmân umdesi olarak, “ISRARLA üzerinde durur”; ve bunun cevâzında değil redd ve inkârı, onda şekk, şübhe ve tereddüd etmeyi bile kıpkızıl kâfirliğin sebebi gösterir… Kâfir, müşrik, münâfık, nasrânî, batılı, hümanist, feminist, kamalist, dembokrat, bombokrat, şefokrat, kerhânograt, zinograt, diyalograt, denaatograt, yobazokrat ve hulâsa bütün religion sâhibleri istemeseler, kudursalar ve hatta çatlasalar bile…
Teaddüd-i zevcâtı yasaklayan Avrupa ictimâî sistemi, bunu, zinâ ve metres sanâyiini işletmek üzere icrâ etmiş, bizdeki batılı olma helecânı taşıyan İslâm düşmanları da, bunları, aynen kopya etmişlerdir. Hümanist felsefe gözlükleriyle İslâm kânunları ve hukûkuna bakmanın çığırını açalıdan beri, İslâmiyyet’i cıvıtma ve sulandırma periyoduna da giren Okyanus ötesi, “belli bir dönemde bazıları herhalde kendilerini savunmak için bunun cevazı üzerinde ısrarla durdular!” sallamasına yol verirken, o zamanın hangi zaman ve o bazılarının da kimler olduğunu ve savunmaya lüzum görenlerde de hangi cizliklerin bulunduğunu erkekçe ortaya koyabilmelidir!. O belli (dönem)in başında evvelâ ASRI-SEÂDET gelir…
“-Velev kerihe’l kâfirûn!”
Asıl simsiyah çirkinlik ise, birkaç cümle sonra gelecek!
Devâm ediyor:
11) “- Ben burada bir espriyi (ne espri ama!) arz etmek istiyorum: Bir defa, imam nikâhı kıyılarak, birden fazla kadınla evlenmenin sünnet olduğuna dâir Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde herhangi bir kayıt yokdur.”
Elbetde yokdur, elbetde olamaz! O nikâh “imamın” ve hele hele onu teberrüken ve eskilerin hatırına kerhen kıyan; ve asıl mu’teber olanın, Allâh adına değil de bilmem ne reisi adına kıyılanı bulunduğunu ehâliye kakalayıp îmânlarla oynamaya kalkan bu zamandaki bazı imam kılıklı leş kargalarının nikâhı hiç olamaz! Ne var bunda?
Kur’an’da ve hadislerde “imam nikâhı!” aramaya kalkmak, tam da bu zamanın müctehidlerine hass bir teşehhî ve akıl tutulması olsa gerekdir! Kur’ana ve hadislere “espri ve esperanto dili” zâviyesinden el atılırsa, netîcesi “papalık misyonunun bir parçası!” olarak, “hoşgörü-diyalog” sayıklama ve sapıtmalarına çıkar…
Nikâh, iki erkek veya bir erkek ve iki kadın şâhid huzûrunda; ve hele hele ALLÂH ADINA icrâ edilen ŞER’Î BİR AKİD olarak akdedilmez ise, o, iki kişiyi biribirine aslâ helâl kılamaz; ve o, aslâ şer’î bir akd ve ibâdet olarak değil, ancak, bombokratik bir cümhûriyet (ritüeli) olarak bir ma’nâ ortaya koyabilir!
Mugâlatanın bu derece ayakaltı olmuşuna da, ancak bu kadar rastlanır! “İmam nikâhı!” ta’biri, şer’î nikahın şartlarını bilmeyip, bunu, mücerred imam kıyar zanneden avâm-ı nâsın uydurduğu bir ta’birdir. Şerîat hukûkunda “nikâh-ı şer’î” ıstılahdır; ve ötekisine, değil Kur’an ve Ehâdis’de, fıkıhda ve hatta ciddî ve akıllıca yazılmış bir makâlede bile aslâ rastlanamaz. Hal böyle iken, “şer’î nikâhı=Allâh adına kıyılan o nikâhı”, “imam nikahı” olarak dile almak, hümanist, feminist, modernist ve maksadlı bir kafanın, karşısındakileri eteklemek garazına matuf, iptidâî bir rüşvet-i kelâmdır!.
Şerîat Hukûkundaki nikâhın en baş ve birinci şartı, onun, mücerred “Allâh Azze adına akdedilen bir nikâh olması”; ve belediye reisi, kaptan, pilot, bilmem ne ve ne adına aslâ akd edilememesidir… Nikâh, bir cihetden ibâdet bir cihetden de şer’î bir akiddir… H. Karamanî gibi ilâhiyatçıların da iddia etdiği üzre, mücerred şer’î bir hükmü ve isbatı olmayan, sıradan ve beşerî bir ritüel olamaz! Şer’î nikâh, tecezzî kabul etmeyen İslâm bütününde bir cüz’dür; ve hiçbir beşerîlik lekesi de taşıyamaz… Ayrıca o Allâh nikâhı, İsviçre kilisesinden T.C. ateistlerinin idhâl etdiği papaz imâlâtı tâğûtî bir muâmele, bir oyuncak ve hesâb gününe bağlayıcılığı bulunmayan bir formalite olmakdan da kat’iyyen münezzeh ve müberrâdır…
Okyanus Ötesinin Müctehidi (!) devam eder:
12) “- Nisâ Sûresinde, hususi şartlar altında ancak cevazdan, ruhsatdan bahsedilir ve bir kadınla evlilik adeta zarûret derecesinde teşvik edilir.”
Zarûret derecesinde aslâ teşvik edilmez, bu İslâmiyyet’e, zaruret derecesinde bir iftirâdır… Gerçek bir müslümanın bu kabil hılâf-ı hakîkat beyânlarla dünyanın gözü önünde arz-ı endâm etmesi, edeben, îmânen ve ahlâken aslâ mümkin olamaz… 15 asırdır bize gelen ehl-i Sünnet akâid, tefsir, fıkıh ve hadis müdevvenâtında “bir kadınla evlilik adeta ZARÛRET derecesinde teşvik edilir!” diyen bir tek ibâre gösteren olursa, biz onu asrın mahabbet kutbu ilan edip ellerinden öpmeye hazırız! Aksi halde karşımıza çıkacak olanlar asrın nefret kutbu olacaklardır…
Hümanist, modernist ve feminist batı felsefelerine kellesini teslim eden bütün hemcinsleri gibi, burada da, “teaddüd-i zevcâtın” peşînen mahkûm edilmeye çalışıldığını ve üstelik de karakterlerdeki muvâzenesizliğe, aşırılık ve abartıya paralel olarak, Kitab, Sünnet ve İcmâ’ ile hükmü sâbit olan şer’î bir kâidenin, sanki yasaklanmış bir şey derecesinde menfî gösterildiğine şâhid oluyoruz… İslâmiyyet’de, Âdem Aleyhisselâm’dan beri hiçbir zaman, “ bir kadınla evlilik adeta zarûret derecesinde teşvik edilmişdir!” denilerek teaddüd-i zevcâta şirretçe saldırılmamışdır. Bu, apaçık hılâf-ı hakîkat bir saptırma ve tahrif ve bühtandır… Bu derece, saldırıları papaz ve hahamlar bile, bu kadar cür’etkârca ve alâmeleinnâs yapmamışlardır! Böylelikle kıyâs edebiliriz ki, (Hoşgörü-Diyalog) religionu, onlardan çok daha azılı bir İslâm düşmanlığı taşımaktadır… Bunu, dozu gittikçe artan bir azgınlık olarak aşağılarda gelecek ibâreler içinde dehşetle ve nefretle apaçık göreceğiz…
Âdem Aleyhisselam’dan i’tibâren, pek azı müstesnâ enbiyâ ve evliyânın pek büyük kısmı çok hanımlıdır… Son bir iki asır içinde Avrupa felsefelerinin te’sîrinde kalan İslâm coğrafyası, fıtratın hılâfına, metres ve zinâ sanâyiine bulaştırılarak, (büyük, sıhhatli, mazbut, müslüman âile) olmanın semerelerinden mahrum bırakılmaya yuvarlanmışdır… Böylece, İslâm âlemini zayıflatmayı en büyük hedef bilen yahudi-haçlı dünyası, İslâm coğrafyasına serpiştirdiği fir’avnî Allâhsız rejimlerin kânun nâmı verilen keyfî cebir ve tazyîkı altında, “tek evlilik şart!” diyen mülevves bir fitne ve bâtılı, binlerce mevzudan biri ve çürüten bir kanser olarak oralara taşıyıp durmuşdur… Bugün, kendisini müslüman zannedenlerin bir nice kısmı, bu mevzûlarda şartlanmış hâle getirilmiş; ve bu noktaların üzerinden de, Allâh’a, Peygambere ve Kitâba ters düşerek, bunlara olan îmânlarını koparmakda ve fakat bunun da farkına ne yazık ki varamamaktadırlar…
Çokları gibi Okyanus ötesinin de harâretle ve hasâretle (istismâr) etdiği Sâid-i Nursî, şu satırların sâhibidir: ve bunu hiçbir nurcunun da inkâr etmesi mümkin olamaz:
“- (Tekke ve zâviyelerin ve medreselerin kapatılması ve laikliğin kabulü, İslâmiyyet yerine milliyet esaslarının konulması, şapka giyilmesi, TESETTÜRÜN KALDIRILMASI, lâtin harflerinin hurûf-ı Kur’âniyye yerine cebren kabulü, Türkçe ezân ve kâmet okunması, mekteblerden din derslerinin kaldırılması, kadınlara erkekler derecesinde irsiyât ve hakk tanınması, ve TEADDÜD-İ ZEVCÂTIN KALDIRILMASI gibi inkılab hareketlerine, bid’at, dalâlet, ilhaddır diyen bu adam, irtica’ ile suçludur) diye yazmışlar…” (Şualar, s. 318)
Bu satırların o çilekeş ve direniş ruhlu müellifini, bugün alabildiğine (istismâr) ve inkâr edip, sonra da onun mirâsına akbaba gibi çökenler, ona suç isnâd edenlerden çok daha netâmeli, ağır, mülevves ve iğrenç bir suçun mürtekibleri olmakdan uzak kalamazlar!…
O zât, apaçık yazıyor ki, “Ben TEADDÜD-İ ZEVCÂTIN KALDIRILMASINA BİD’AT, DALÂLET VE İLHÂD dediğim içün irticâ’ ile suçlandım!”
Şimdi ise O’nun yolunda olmak iddiasındaki ma’lum ve ma’hûd (istismarcılar), O zâtı zımnen suçlamanın, bir yandan da O’nun mirâsına çökmenin peşindeler…
15 asırlık kütüb-i şer’iyyeye rağmen, hâlâ aşağıdaki satırlarla o kör ve saptıran inâd devâm etdiriliyorsa, burada, batı hümanizma ve modernizmasının dogmalarına tam teslimiyyetden başka bir şey akla gelemez:
13) “-Dolayısıyla kimse, dört kadınla evlenmeyi bir Sünnet’i yerine getirme şeklinde düşünemez; adeta dînî bir emri yerine getirme iddiasında bulunamaz.”
Bal gibi bulunabilir. Mevzû’ hümanist ve (hoşgörü-diyalog) dini kafasıyla ve röportajı yapan boyâniyye Nevval Sevindi’nin güzeller güzeli hatırına ve nabzına uygun konuşmak icabetdiğinde, ancak bu kabil lâf u güzâf ortaya boşaltılabilir… Ammâ, hâdiseye şer’î bir noktadan bakılırsa, Ehl-i Sünnet tefsir ve fıkıh müdevvenâtı yukarıda da beyân etdiğimiz gibi apaçık ortadadır. Biz, Mukaddes Hanefî fıkhına göre mes’eleleri okurken, bu adamlar, kendi icadları ve uydurmaları olan “Hoşgörü-diyalog dininin” fıkhına (!) göre ahkâm kesip sulandırılmış bir mahlül elde etmenin sevdâsındadırlar!
Çok hanım almak kendisine farz olan bir müslüman içün, adı üzerinde bu, binlerce sünneti yerine getirmekden çok daha ileri bir mecbûriyyet demekdir. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elfi Sânî Hazretlerinin Mektûbat’ında beyân buyurdukları üzre, “binlerce sünnet bir tek farzın yerini tutmaz, binlerce tarîkat erkânı da bir tek sünnetin…”
Farza müeddî olan bir ruhsatla amel etmek, artık kat’iyyen farz olmuşdur. Teaddüd-i zevcâtı kamalist kafaların 90 yıldır levmetmeleriyle şartlanan ve şimdi de batılılara hoşgörülü ve modern görünme yalakalık ve sevdâsına düşenler, İslâmiyyet hakkında söz söyleme hakkına da aslâ sâhib olamazlar… Onlar içün sâdece “Hoşgörü-diyalog” dininin uydurmaya çalışdığı “ılımlı=sulandırılmış, ordan burdan derlenip uydurulmuş bir din” ve bir takım edyânın takrîbi v.s. bahse mevzû’ olabilir… Zaten hedefleri de, böyle yamalı bohça, aslından başka her nesneye benzeyen, aslını inkâr edici bir din icâd etmekdir; ve topyekûn dinler üzerinde mücerred HAKK DÎN olarak duran Müslümanlığı, o ötekilerin derekesine indirmek…
Mutlak HAKK DÎN olan İslâm’a, hümanist, modernist ve feminist sapık pencerelerden değil de, İslam penceresinden bakıldığı zaman mutlaka görülür ki, Allâh’ın dîninde “bir kadınla evlilik zarûret derecesinde” aslâ teşvik edilmemişdir… Bu, bir yalandır. Teaddüd-i zevcât ruhsatına îmân etmek (zarûrât-ı diniyyeden) olduğu halde, bunun, mefhûm-ı muhâlifiyle “zarûret derecesinde” men’a tâbi tutulması, akâid ve usûl ilmi bakımından da mutlak bir dalâletdir. Yasaklanması da, ALLÂH Azze’nin irâde-i külliyesi ve hâkimiyyetini tahdîd ve tard ma’nâsını tazammun etdiği cihetle mutlak küfür…
Cenâb-ı Hakk bir yandan şartlarını muhtevî müslüman bir erkeğin 4 hanıma kadar nikâhlamasına cevaz verecek, müsaade edecek, sonra da (hâşâ) “bir kadınla evliliği ZARÛRET derecesinde teşvik edecek!” Bu ise, (hâşâ ve kellâ) noksan sıfatlardan tenzihi mutlak şart olan Allâh Azze’nin abes ile iştigâli ve tenâkuzu olur ki, bunu ona revâ gören mahlûkâtın encâmı feci’ olur!
Bunun, “ruhsat oluşu” da (mutlak) değil, mukayyeddir. Bazı erkekler içün çok hanım sâhibi olmak (farz-ı ayın) hâline gelebildiği gibi, bazılarına da vâcib, sünnet veya müstehâb olabilir… Bazılarına da mekruh hatta haram bile olur. Bir tek kadın içün de aynı keyfiyet cârî olabileceği gibi…
Biz hanefîlerin fıkhı böyledir… “Papalık misyonunun bir parçası olarak papa cenablarının huzuruna çıkan ve tekmil verenlerin” fıkhı (!) ise, ne Müslümanlığı ve ne de bir tek mü’mini bağlar! Onların bu fıkhı, olsa olsa 130 ülkeden toplanan 1000 kadar genci varyete artistleri haline getirerek sahnelere sürenleri ve Dr Fâruk Beşer gibi şaşarları bağlar ve onları diyalog cennetlerine (!) sokar…
Teaddüdde tek şart, kadınların hukûkuna riâyet, onlara cevr ü cefâ etmemekdir ki, bu, bir tek kadın bile olsa, lâzım olan baş şartdır; ve bu, kasm hukûkuna riâyet etmek şartı ile, her müslüman erkeğin, ondan aslâ alınamayacak bir hakkıdır… Zaten kaç hanım olursa olsun, âile kuracak tarafeynin en nizamlayıcı ve ana prensiplerinin, (hakklar ve vazifeler) olacağı izahdan vârestedir; ve bunların da temeli, edille-i şer’iyye ile sâbit mukaddes Şerîat ahkâmıdır. Akd-i nikâh esnâsında, kadının, teaddüd-i zevcâtın zarûrât-ı dîniyyeden olduğuna îmân etdiği halde, muhatabı olan erkekden bu hakkını kullanmamasını isteme hakkı da, ayrıca kadınlara verilen mukâbil bir hakdır ve meşrû’dur. Bunu kabul etdiğini beyân eden erkeğin, hanımının izni ve müsâadesi olmadan diğer bir hanım nikânlaması artık câiz olamaz… Ahdinde hulf edenler kim olursa olsun, Allâh Azze’nin gadabını celbedecek; ve kul hakkına tecâvüzün cezâsını da mutlaka çekeceklerdir…
Ehl-i Sünnet’in Mu’teber Tefsir ve fıkıh müdevvenâtına baktığımız zaman, bunları, bütün teferruatıyla ve mufassalan görürüz ki, biz, mes’eleye en ana hatları ile temas ediyoruz… Şerîat muârızları, teaddüdde, hukûka riâyet edilemiyeceğini ve bilhassa “eşitlik” safsatası üzerinden yürüyerek erkeğin “adâleti” asla yerine getiremiyeceğini dillerine dolarlar. Dolayısıyla da, “adâleti” yerine getiremiyen “gayr-i âdil” bir erkeğin, seâdete değil felâkete sebeb olacağını, binnetîce, bu yolun çıkmaz sokak olduğunu söyliyerek, teaddüd-i zevcâtın geçmezliğini şeytanca propaganda ederler! Bu ise, evvelâ teaddüd-i zevcâtı Kelâm-ı Kadîm ile meşrû’ olarak vaz’eden ve buna muktedir ve ehil olan müslüman erkeklere onu bir hakk olarak veren Hâlık Teâlâ Hazretlerini tahtie edip, beğenmemek ma’nâsını taşır ki, îmânı zir ü zebir eder! Zındıklığın ortaya çıkdığı bir nokta da işte budur…
İslâmiyyet’in teaddüd-i zevcât müsaadesini beğenmeyip ona düşman olanların veya batılı dindaşları, yandaşları veya yoldaşlarına yalakalık peşinde bulunanların en ziyâde dillerine doladıkları şeytanlık, hanımları arasında erkeğin (adâleti) aslâ yerine getiremeyeceği işte bu bâtıl, bu safsata ve Allâh Azze ile olan bu muâraza rezâletidir.. Erkeği yaratan YARADICI, ona, teklif-i mâlâyutakda bulunmakdan münezzeh bir Rabb Teâlâ’dır… Bir kere kalbî sevgi ve alâkada, ne eşitlik bâtılı ve safsatası ve ne de adâlet aranır!. Buna ne kadar hırs gösterilse tâkât getirilemeyeceği, yine bizzat Kelâm-ı Kadîm’in cümle-i beyânındadır…
Hanımların ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda da, Avrupa metres ve zinâ sanayii pazarlamacılarının piyasaya sürdüğü bir diğer dalâlet ve iftirâ da şudur: Her hanıma ne alınırsa, bu, eşit ve aynısı olacakdır fitnesidir ki, bunun da dinde hiçbir yeri olamaz. Her kadının şer’an ihtiyâcı, ictimâî ve âilevî derecesi ne ise, ona muvâfık ve mutâbık bir seviyeden görülür, ötesinden de erkek mes’ûl tutulamaz…
Kasmdaki (nöbetlerdeki) eşitliğin dışında hiçbir müsâvât şartı da olamaz ve aranamaz… Nikâh akdi sırasında da tarafeynin rızâsı ile tam bir anlaşma, kasm mevzuundaki eşitliği de ortadan kaldırmaya kâfidir… Nikâh akdinde böyle bir anlaşma olmadığı takdirde, bilâhare kadınlardan bazılarının, nöbetlerini diğer bazılarına (hediye) etmeleri de pekâlâ mümkindir ve muteberdir. Bunda da hukûka mübâyenetden bahsedilemez…
Nikâh akdi sırasında nelerde anlaşma olmuşsa, iki tarafı bağlayan ancak odur… Hangi felsefî bâtılın mürîdi olursa olsun, hiçbir batıcı, hoşgörü ve hoşafgörücü ve diyalogcu Şerîatsevmez, müslümanların nikâhı üzerinde söz söyleme hakkına aslâ sâhib ve mâlik de olamaz… (Mâba’di var)