28 Haziran 2011 Salı

DEMBOKRATİK KAMALİZMA DÎNİNİN YEMİNİ İLE ŞERÎATIN Mİ’RÂC KANDİLİNİ DE AĞZINA ALANLARIN CÂHİLİYYESİ, KAÇ TANRIYI HORTLATIYOR?…

23 Temmuz 1908’deki İT (İttihad-Terakki) ısyân ve tuğyânı ile İslâmiyyet yasaklandıkdan sonra, “meşrûtiyet sonra cumhuriyet” dinine geçildi…

Bunu “Şefokrasi-Demokrasi” dinleri takib etdi ve 61 POSTALLI tuğyanı ile de “Dembokrasi…”

İki sene evvel ise, Kasetokrasi’nin görünmez yer altı tanrılarının dini ortalığı kapladı ve sex denen illetin tanrılarına nasıl hayasızca tapılmış, gördük!

Ve 12 Haziran seçimi dedikleri noktadan i’tibâren de, iğtişâş ve anarşinin, fırıldak, yalan, ayak oyunları ve bilmem neler ve nelerin tavan yaptığı 15 gündür, bir başka dine geçildi:

“-BOMBOKRASİ!”

İlâh olarak Allâh Azze ve Cellenin dışında tanrılara tapıldığı zaman, bakalım daha ne dinler ve tanrılar göreceğiz; ve encâm, nasıl cehennemî bir geleceğe doğru akacak, ömrü olan görecek…

Büyük ve Dâhî Müfessir, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin kaleminden çıkan ve hakîkatın tâ kendisini aksetdiren ibâre:

“- İmtiyâz-ı Rubûbiyyet, sınıf-ı ruhbandan parlömanlara geçmişdir!”

Papalığın tanrılığını ortadan kaldıracağım derken, Allâh Azze’nin (Rubûbiyyetini) ortadan kaldıran ve bunu da putlaştırdığı “laiklik ve parlamentarizm!” denen iki prensibe bağlayan batı devlet felsefesi, 1789 Fransız ihtilâlinden sonra bunu, İslâmiyet gibi mutlak bir dini kendi ateizmine mutlak zıd ve ters gördüğünden, bilhassa, Osmanlı Hılâfetine ihrac gayretine girdi…

Müfessir Merhumun beyan etdiği hakikat ile batılı bu prensiblerin mutlak mübâyeneti ortadadır…

“-Ben, Rubûbiyet makâmının mutlak sâhibi olarak mücerred Allâh Azze’ye ve O’nun sistemine îmân etdim!”

Diyen bir müslümanın, Müfessir Merhûm’un ibâresine zerre kadar hakîkat yüklememesi aslâ mümkin olamaz… Ne mümkini, muhâl…

Rubûbiyet makâmına, insan denen ve başlangıcı iki hücre olan mahlûk, “sizin tanrınız veya tanrılarınız benim!” diyerek oturursa, işte netice budur… Eğer bu rezâletin, rezalet üstü rezâleti ortaya çıkmasaydı, Allah Celle mutlak (yalan) söylemiş olurdu ki (hâşâ), O bundan mutlak münezzeh…

O halde?

Büyük Müfessirin ibâresini, bu memleketde (îmân) şartı bilen ve (îmânını) muhâfaza derdinde olan kaç kişi kaldı!?

Dâhî Müfessirimiz buyurmuş oluyorlar ki:

“- Parlamento denen yer, 549 küçük, bir de büyük (başkan) tanrının, kendilerini (Rubûbiyyet makâmında) gördüğü yerdir…”

Teşri’ (yasama) hakkını Allâh Azze’de değil, kendilerinde gören tanrıların “yüce meclisi!”

Bugün 5-6 parçaya (kliğe-gruba) ayrılan tanrılar, bir türlü bir noktada anlaşamıyor ve tepişmenin bini bir para…

367 gözboyamasında nasıl bir takım rütbeliler, Mumcu, Ağar ve adamlarına, tanrılar meclisine girmemeleri talimâtını vermiş ise; şimdi de bombokratik mekanizmaların postalokrasi talimatları, kuvvetle muhtemeldir ki samanaltından aynı şekilde işlemekde!

Hedef, Dersim alevisi Bay Kamal ve BDP ekrâtı üzerinden, aldığı mücerred kemmiyetden ibâret oylarıyla muhaliflerini kudurtan Okyanus ötesi destekli partiyi ve başını, köşeye sıkıştırma ayak oyunları… Kendi dinlerini ve tanrılarını, hâk ile yeksân etme pahasına, oyun içinde oyunlar… Mübârek Mi’râc gecesinde bile “Türkçe Olimpiyatları!” soyundan gene 130 ülkenin kızlarını hayâsızca sahnelemek ve onlara varyete numaraları çektirircesine bir cibilliyet benzeri oyunlarla, yine oyun içinde oyun ve şeytana külâhı ters giydirmeler…

Bu beşerî dinin de adı, işte hâl-i hazır keyfiyetiyle: Bombokrasi!

Baş tanrı önünde, küçük tanrıların bir kısmı, and mı yemin mi ne olduğunu kendilerinin de bilmediği üç-beş satırı okuyup “teşriî masuniyet=kânun yapma, din inşâ’ etme!” hakkı kazanacak!. Tanrılara mahsus “dokunulmazlık!” zırhı…

“- Cumhûriyete ve Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı kalacağıma….”

Burada “bağlı kalacağıma!” diyerek boyna bağlanan yağlı urgan, Cehape denen 90 yıllık zulüm ocağının 6 oku veya yoku veya ..ku’dur! Şimdi “Bombokrasi” noktasına demir atan “Dembokrasi” ve o zulüm ocağını, Büyük Üstad Merhûm Necib Fazıl Bey’in kaleminden okuyalım:

“- Günümüzde istismar fiiline en çarpıcı iki misal gösterebilirim: Biri, artık tabii ömrünü yaşamış ve kalbiyle, midesiyle, beyniyle illet kumkuması haline gelmiş olan demokrasi ve liberalizma nizamının felaketini istismar eden……öbürü de, Türk milletinin hâfıza, hatıra, teşhis, tedavi ve kurtarıcı ihtiyacını sömüren Halk Partisi…” (Rapor 12, s: 26)

Merhum Üstad’ın bütün iç yüzünü bir tek cümlede meydana resmetdiği (demokrasi), işte bugün, daha da bin beter keyfiyetine isim olarak: Bombokrasi… Ve onun baş istismarcısı da, başında Dersimli ve “adım Kamal!” diyen adamla, o adam!

İkinci adam ise, ilerlemiş yaşına rağmen ve Haberal hadisesini Cehape’nin başına, oradan da bütün bir memleketin tepesine belâ eden gizli ve sinsi birâder Demirel… O’nun hakkında, dolayısıyla dembokrasi denen nesne ile alâkalı, Merhûm Üstâd’ın teşhisi:

“- O, demokrasi ve liberalizma isimli, adamakıllı fahişeleştirilmiş fâcireye öylesine müptelâdır ki, ona bir zarar gelmesin diye canını bile tehlikeye düşürebilir. Bu da, bir nevi fazilet hissi veren bir zaaftan başka bir şey değildir. Böyle hallere de, bizim dünya görüşü kitabımızda yer yoktur.” (Rapor 11, s:16)

İşte bu memleket hakkında, hakikat terazisiyle bir hükme varmak ciddiyeti ortaya konulacaksa, işe, neyin ne olduğunu görebilmekden başlamak esas olmalıdır…

Kamalizma denen din, can çekişse de, hâlâ o 6 şeyiyle, diğer bütün dinlere (sözde) de olsa, kendi adını ve andını (!) içirmekde berdevam…

Şu da, içilen o anddan ve aklı kazığa oturtucu bir keyfiyet:

“-…anayasaya sadâkatdan ayrılmayacağıma büyük Türk milleti önünde nâmusum üzerine and içerim…”

Bu “and” veya “yemin!” dedikleri şeyi içen ve çekenlere (vekâlet=oy) verenler de, vekâletleri hasebiyle aynen bunu içmiş ve çekmişlerdir ki, bunu kimsenin inkâra mecâli olamaz…

Bu milleti işte böyle cebren oyuncak gibi oynayarak, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen bir operasyonla bir avuç çarpık ideolojinin papağanı yaptılar; ve aklı kazığa oturtup nâmus mefhûmunu da bu kadar ayaklar altına alarak, şahsiyetinden böylesine soydular!

Kürt mefhumu içün dağlara çıkıp silaha sarılan adamlara, kendi milletleri “önünde!” değil de, sırılsıklam düşman edildikleri “büyük Türk milleti önünde!” nâmusları üzerine and içirilerek, onları büsbütün azdırıp kudurtdular!

Bombokrasi, ancak bu kadar berbat bir nesne olabilir!

Hele, her belânın anası dedikleri ve değiştirmek içün senelerdir üzerine giderek delik deşik etdikleri ve şu anda ilk mühim işleri onu yok edip yerine tamamen yenisini oturtmayı hedefledikleri bugünki anayasaya, bir de nâmus üzerine and içerek “sadâkat!”

Akıl, haysiyet ve şahsiyetin, bundan daha mükemmel kazığa oturtuluşu olamaz!

İşte tanrıları, işte dinleri ve işte kitabları…

İşte, Müfessir Merhûmun fevkal’âde tesbitiyle, “imtiyâz-ı Rubûbiyyetin ruhban sınıfından (parlömanlara) geçişi!”

Ve işte dünyanın inanacağı “sadâkat”, “namus”, “and, ve yemin!”

Ne hayr umulur böyle gecenin sabahından?

Bu nasıl, her işi yahudi saçına çevirmekdir, aklını kezzapla eritmeyen beri gelsin!

Demek ki, Allâh Azze’ye ortak, şerik ve nazîr peşine düşenlerin aklı böyle oluyor; ve bir zulüm çarkı olarak işlemekden başka hiçbir işe de yaramıyor…

Rabbim bizi ve bütün insanlığı, böyle akılların çukurunda cehennemi boylamakdan muhâfaza buyursun…

CHP ve PKK tanrıları, diğer, “yargı!” küçük tanrılarının Silivri’ye ve şuraya buraya tıktığı Ergenekon-Orgerakon ve KCK cinsi mevkuflarını (tutuklularını) hapishânelerden kaçırmak içün, kendi bombokrasi dinlerine göre fırıldaklar çevirip, onlara da (dokunulmaz tanrı urbaları) geçirmenin ıkınış, çırpınış, zorlayış, cıyaklayış ve kaçırışları içinde!

Evet, yüzlerce tanrı iyi kapışdı ve “halk hakimiyyeti!” dedikleri dolmaları biribirlerine ve ehâliye yutdurmak içün “Rubûbiyyet makamına!” kurulmak içün, meydan muharebesine bütün hızı ve cayırtılarıyla devâm ediyorlar ve aslâ da bitmeyecek şekliyle devam edeceklerdir!

Halk ise, 102 senedir binbir beyin şartlandırması ile “başka alternatif yok, olamaz!” bâtılına en müzmin bir hastalık olarak inandırıldı, saplandı, şartlandı ve tiryaki (bağımlı) yapıldı!

549 tanrının bir kısmı, AKP’lilere “bunlar analarını da satarlar!” diyen o Baştanrının önüne ve huzûruna gelerek baş ve bel kırdılar, ve “and içdiler!”

Adam, muârızı olduğu ve analarına dil uzatdığı parti-pırtının aynı adamına o andı tam 3 kere tekrarlatırken, nasıl bir ego tatminindeydi ve lâteşbih rubûbiyyet makamında muvakkat de olsa nasıl bir tanrı portresi çizme ve düşman çatlatma rolündeydi, dehşet!

And içenler kana kana, bir tanesi de o kadar susamış ki, Erbakan mürîdânından Yâsin Hatiboğlu gibi andını ezberlemiş olarak içdi!

Sonra da, bunun üzerine, buz gibi bir kaynak suyu!

AKP’li tanrılara matem, ötekilere bayram!

Tanrılar da, bu yemin mi and mı ne olduğunu kimsenin bilmediği nesneye sâdık kalacaklar öyle mi?. Yahu bir kısmı şimdiden, “ben bunu içmem, içsem bile kusarım!” demedi mi?.

Ve bu andı içenler, beş saniye sonra biribirlerine külâh geçirme yarışına başladıkları zaman, neyi içmiş veya neyi gaseyân etmiş olacaklardır, sonsuz kere esef…

Aman Allah’ım, bu ne rezâletdir?

Tanrıların küçüğünden biri de, gazeteci eliyle televizyona şöyle aksediyor:

“- Yüce meclisimize bütün vekillerin gelip yemin etmesini temennî; ve yüce milletimizin mübârek Mi’râc kandilini tebrik ederim!”

Bombokrasi’nin bir tanrısı, İslâm Dininin ilâh’ı Allâh Azze’nin yaraddığı büyük mu’cizeyi tebrik ediyor!

Yutacak insan mı, sebil! Seçim istatistikleri ortada!

Biz ise deriz: “Geçdi Bor’un pazarı, yakında Niğde’ye bile hasret kalacaksınız!”

Artık öyle bir deşifre olacaksınız ki, yemlemek içün karşınızda tüyü dökülmüş ve kıçı necâset tabakası tutmuş bir tavuk bile bulamayacaksınız!.

Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm’ın haber verdiği sâat, nasıl olsa gelip çatacak… Tek rota orası… Hepimiz beklemedeyiz göreceğiz, biz de, siz de… Vahiy söylüyor, ben değil…

Siz inanmayın, biz inanalım, ama bekliyelim, sizin dediğiniz olursa bizim kaybımız olmaz… Ama ya bizim dediğimiz doğru çıkarsaa…. İşte o zaman iyi and içer, ayvayı da yersiniz!

“Ne günlere kaldık ey, Gâzî Hünkâr,

………kılıçdâr oldu, …...mühürdâr…”

Evet, bugün yeminli (and) günü ve akşam da Mi’rac kandili… Politeizma iyiden iyice ishal oldu ve cıvıtdı!

Tanrılar biribirlerine girdi, ne ayıran var, ne hakem, ne yemininin tadına varan!

“Çok güzel bir seçim geçirdik!” diye bayram eden hükûmet-i cümhûriyyenin “dembokrasisi!” ile “Hoşgörü-Diyalog” dininin Okyanus ötesi koalisyonu, zevk edemediler!

Îmân mes’elesi… Sanıyorlar ki:

“- Biz %50 aldık, önümüzde eğer, secde etdiririz!.

Gadab-ı ilâhi’nin her an takibetdiği adamlar acaba neden bilmezler, Kâinâtı YARADAN’IN HESÂBI, sizin tozunuzu öyle bir savurur ki, ne olduğunuzu anlayamazsınız!. Bundan sonra sürprizleriniz bol olacağa benzer!

Açın Kur’anı, înanmanız şart değil, şöyle bir mealci dangalaklığı ile de olsa bazı yerlerini okuyun, nasibiniz varsa birkaç âyet bile kararmanıza ve morarmanıza yeter!

“- Ey, hacı hoca, şeyh mürid takımları! Sizler de artık akıllarınızı başlarınıza devşiriniz!”

Âyetiyle Allâh Azze, apaçık, “Refâhın peşine düşmeyin!” buyuruyor, düşdünüz…

“Dünya SEADETİ içün de benim Kitabıma sarılın!” diyor, cübbeli-züppeli takımlarınızla parti-pırtılara sarılıp, tefrikalara yuvarlandınız ve biribirinizin gıybet ve dedikodularıyla ortalığı ufûnet çukuruna çevirdiniz!

İşte görün, oylarınız şimdi bombokrasiye gelip tıkandı!

Sandıklarınızdan çıkanları bu dünyada göremezseniz, gelecekde bir gün, size de göstereceklerdir!

Efrencî 2011’lerdeki devr-i câhiliyyet, bu netîceyi kendi öz irtidâdı ile hazırlamış, kendi beşerî uydurma i’tikâdı ve amelleri ile de hızlandırmışdır! Bedelini de, târihdeki kavimler gibi ödememesi içün bir sebeb olamaz!

Kur’ana îmânı olanlar, fitnevizyon ve vasatın yalan, dolan ve bombokratik laf ishallerinden başlarını her gün bir saatçik kaldırıp, muteber akâid ve tefsir eserlerine bir baksınlar!

Bu kitablar, yine bu dünyada okunmak içün yazılmışdır. Âhıret’de kitab okumak yok!. Orada sâdece, “amel defterini” okutacaklarını Muhbir-i Sâdık Hazretleri ve onbinlerce nebi ve velî ve milyarlarca îmân ehli mutlak bir ittifakla söylüyor…

Keyfiniz bilir!

Kâinâtı yaradan YARADICI, Peygamberine vahiyle Kitab’ını göndermiş ve buyurmuş:

“- Sizi, siz bilemez ve idâre de edemezsiniz, sizi mâdem ben yaraddım, o halde nasıl yaşayacağınızı da ben bilirim! Öyle ise beni dinlemek zorundasınız, dinlerseniz efendi ve mes’ud olursunuz… Dinlemezseniz, köle ve sürüngen veya bir bilmem ne böceği bile olamaz; ve cehennemin esfel-i sâfilîninde, odun olmakdan başka bir nesne olmanız da muhaldir!”

Kâinât tarihine bakan bir göz, bunu tekzîb etsin de görelim…

İşte şimdi Bombokrasi devrine girildi… Beğenmedikleri “mağara devri!” masallarında bile, bunların binde biri yokdu!

“-Parti parti olup tefrikaya düşmeyin, ruzgârınızı (kuvvet ve kudretinizi, hükûmet ve devletinizi) kaybeder, elden çıkarır, zâyi’ edersiniz!”

Fermânını dinlemez de, Yaradan ALLÂH Celle ile harb eder, O’nun sistemi ve nizamı olan dinini yasaklar, “hatta kahrolsun Şeriat!” havlamalarıyla sokak meydan kudurur, “12 yaşının altındaki çocuklara velileri hoca tutup dinini öğretemez!” diye kânunlar çıkarır ve onları hâlâ kaldırmazsanız; zina serbestdir diye resmi antetli vesikalarla kadın satmak içün kerhâneler açar, şirkin remzini vatan çapında heykellerle donatır ve daha binlerce noktada ALLÂH Azze’yi redd ve ademe mahkûm bilirseniz (!) ayyaş kafalarla duvara toslayacağınız mutlakdır!

İşte BOMBOKRASİ, bütün bunlar ve binlerce benzeriyle girilen yeni devrenin soy adıdır…

Yemin mi and mı, ne olduğunu kendileri de bilmiyor…

Yemin ayrıdır, and ve andlaşma ve anlaşma da ayrı… Lâkin ombokraside bunların hepsi bir şeydir, veya en doğrusu hiçbir şey!.

Tevbe 12’yi Elmalılı veya Hulâsatü’l-beyân tefsirlerinden okuyanlar, Allâh Azze’yi devre dışı bırakanların yeminlerinin (!) ne ifâde edip etmeyeceklerini de dehşetle görebilirler…

Adamlar kendi anayasaları, kânunları, partileri, düzenleri, kasetleri, heykelleri, meclisleri, ırkçılıkları, bölgecilikleri, silahları, orduları, hukukları, adliyeleri, hakimleri, savcıları ve daha bilmem neleri ve neleri ile, mücerred biribirlerinin sırtına çıkmak üzere yaşarken; ve bu iğrenç ayak oyunlarını (devlet) çapında sürdürürken, hâlâ tek çare ve zikirleri “dembokratik bombokrasi!” ve “istikrar!”

Hayır, hepsi istismâr!

Herşeyleri üç-beş gün sonra rayına bile girmiş görünse, artık aslâ ittifak edip tanrılarının güldüğü görülmeyecekdir!

Çünki o tanrıları da YARADAN MUTLAK İLÂH ALLÂH AZZE ve CELLE böyle buyuruyor…

Bombokratikler istemeseler de…

Var mı diyeceğiniz!

Ve siz, O’nun mülkünde kim ve necisiniz?

Hüküm de O’nun, irâde de…

Aslâ ihmal etmez, bundan münezzeh… İmhâl eder, lihikmetin mühlet verir, i’câbında ansızın tepelemek içün!

O’nu devreden çıkardığını sananların, olimpiyatlı yeni dünya düzenleri ve bombokratik kellelerin, cehenneme kadar yolu var…

27 Haziran 2011 Pazartesi

PATRONLARININ “YENİ DÜNY DÜZENİ”NE GEÇİŞDE, “TÜRKÇE OLİMPİYATLARI!”


130 ülkeden toplanan 1000 kadar 10-20 yaş arası kız ve erkek gençler, bir-iki haftadır, varyete artistleri gibi çeşitli vilâyetlerde sahnelendi; ve İslâm’ın îmân, ahlâk ve iffet kânunlarını yerle bir edercesine de, şarkılar, türküler, kıvrılış, dans ve dökülüşleri, oyun, oynaş ve oynayışları, hoplayış ve zıplayışları, bütün vücud mahremiyet ve münhânileri, ma’lum cemaatin organizasyonunca 9. defa teslim alındı…
Okyanus ötesinin bütün tv kanalları da, bütün bu beynelmilel merkezlere bağlı faaliyyetleri göklere çıkararak ve balandıra ballandıra (nur talebesi ve cemaat kalabalıklarına) aktardı durdu… Acaba kaç nurcu birâderimiz, bu işi, Risâle-i Nûr Külliyâtı ve “Hizmet-i îmâniyye ve Kur’âniyye!” temel parolası ve faaliyyetleri ile te’lîf etmişdir; ve “Üstâd!” dedikleri Bediüzzeman’ın hatırâsını bu rezâletlerden râzı olarak nasıl kabul etmişdir?.
Yıllarca hapishânelerde ömür çürüten, bu gün ise pîr-i fânî olmuş nice kıdemli Risâle-i Nûr talebelerinin, bu sahne varyeteciliklerine karşı çıktıkları husûsunda kulağımıza bir (hakkı haykırış) gelmediği gibi, medyaya akseden bir redd sadâsı da yakalayamıyoruz!. “Tesettür ve kadınlar risâlesi” gibi eserlerin sâhibi Bediüzzeman sağ olsaydı, acaba o da bu kıvırtmaları ön sıralara oturup seyredebilir miydi? Onun, Eskişehir hapishânesinin penceresinden gördüğü muhtelıt (karışık, karma) lise talebelerinin bu gayr-i islâmî manzaralarını nasıl şiddetle levmetdiği, dünyânın bildiği ve müslümanların da takdir etdiği bir hususdur…
Gûyâ Peygamber aşkıyla ve salya sümük ağlayışlarla kürsüleri yumruklayan, mâzînin ma’lûm hoca(!)ları, o aşkından yanıp tutuştukları Peygamber Aleyhisselâm’ın önüne bu sahne varyetecilikleri ile çıksalar, acaba hangi tür muâmele ile karşılaşacaklarını ve ne tür bir (lâ’netle) defedileceklerini, hesâb edebilmekte midirler?
Yoksa bu adamların gözüne, cehennemin hangi esfel-i sâfilîni sokulacakdır?
Okyanus ötesindeki ve “Yeni Dünya Düzeni!” sahiblerinin derin muhibbi ve yoldaşı bulunan kişi, “Benim Bediüzzeman’a nisbetim yokdur!” diye “zamâne nurcularının Zaman’ında” yazılar ve beyanlarda bulunsa da, artık onları ne hatırlayan vardır ve ne de kaale alan… Yıllarca mahbeslerde çürüyen ve nice çileler çeken kıdemli Risâle-i Nur talebeleri, seslerini çıkartdıkları takdirde “fitne” çıkacağından korkdukça ve başlarını kuma soktukça, fitne dört nala ilerlemiş ve bugün “atı alan Üsküdar’ı değil, Okyanus ötesine bile geçmiş!” görünüyor… Fitneyi ve menh-i anhı eliyle, olmadı diliyle kaldırmaya muktedirken bunları yapmayanlar, iş kalbe geldiği zaman, oralarının buğz etmesine bile tâkat yetiştiremeyip tasvib ve tasdik çukuruna düşerler ki, bugün manzara da işte budur… Bediüzzaman’ın mesleğine ve meşrebine de tam ters bir nokda…
25 Haziran’daki “ödül töreni!” dedikleri mükâfât merâsimi ile yol alan, adı ve maskesi “Türkçe Olimpiyatları!” olan bu “Yeni Dünya Düzeni!” maskaralığı, bazı devletlû adamların beyânları ile de apaçık i’tirâf edilmiş; ve artık aslâ saklamaya da lüzûm görülmemişdir ki, bu organizasyonlar, “Papalık misyonunun bir parçasıyız!” diyen Okyanus ötesindeki kişi tarafından yürütülüyor gösterilmektedir…Ve onu maske yapan dünya patronları, bu işi tereyağından kıl çeker gibi gâyet ustalıkla yaygınlaştırmaktadır…
Çok câlib-i dikkatdir ki, Türkiye’de, “Türkçe Olimpiyatları!” maskesiyle dünya patronlarının projelerini tahakkuk etdiren adı geçen şebeke, Alamanya’da “ALMAN-TÜRK KÜLTÜR OLİMPİYATLARI!” maskesiyle (isme dikkat!) icrâ-yı faaliyyetde bulunmaktadır!. Acaba neden?. Oradaki isim neden (Almanı) öne çıkarıcıdır ve neden adı “Türkçe Olimpiyatları” değil de beyân etdiğimiz gibidir? Ve orada, Alman oyun ve kültürü ile Türk oyun ve dansları yarı yarıya paylaşılmakta ve Almanlara yalakalık kokusu derhal hissedilmektedir!. Acaba neden?.
Acaba, adı “Türkçe Olimpiyatları!” diye Türkiye ehâlisine yutturulan bu dolmaların, dünyanın her bölgesinde (Vatikan misyonu esas alınarak) değişik politikalara hizmet gâyesi taşımak üzere ve ana temel i’tibâriyle “üç ibrâhimî din!” reklâmına uygun olarak hazırlandığını, Anadolu halkı nasıl olsa çakmaz ve yutar diye mi?..
Bu “Türkçe Olimpiyatları!” denen ve 130 ülkeden derlenip toparlanan zavallı kızların, ortaçağ avrat pazarlarında olduğu gibi veya Japon geyşaları misillü sahnelendiriliş ve teşhîr edilişlerini en ön sıralardan ağızlarının suyu akarak seyreden ve alkış tutan adamlara, mücerred ve muhayyel bir muhatab olarak şunları diyememek bile la’neti mucib olmayacak mıdır?
“- Sen!
Yanında başörtülü karısı ve kızıyla en ön sıralardan, saçları, sineleri ve bütün vücud münhanileri meydanda olan ve kıvrılarak, dans ederek, büklümler ve çalkalamalar sergileyerek teşhîr edilen, aldatılmış bu zavallı kızları seyrederken…
Evet sen!
Neden öz karının ve kızının saçının telini göstermeyici simsiyah bir riyakârlık veya kopkoyu bir egoizma ve gaddarlık içindesin?
Sen!
Dünyanın 5 kıtasından devşirilen ve sahne artistleri manzara ve keyfiyeti içine sokulan, teşhîre âmade bu biçâre kızları seyrederken, suratın nasıl zerre kadar kızarmaz ve nasıl bir iffet spazmıyla kendini kaybetmezsin? Ve tam tersine, o kızcağızları, takdir ve alkışların en üst perdesiyle ve ıslık sesleri içinde vasatı bizanslaştıran heriflere muvâzî ve onlarla elbirliği içinde muhatab alırsın?.
“Ilımlı İslâm Projesine!” giden sulandırma, “ılımlı devlet adamları!” eliyle de, böyle mi tahakkuk etdirilecekdir?
 Söyle!
 Bu menfilik altı menfiliği beyân eden kelimeye, lûgatlarda rastlamak mümkin midir?
Sen!
Hem de öz karın ve kızınla, Anadolu İslâm terbiye ve nâmûsuna mutlak ma’nâda ters ve zıt, böyle bir şehvet panayırı bir manzarayı seyretmek ve seyretdirmekle, hangi dinin reklâmını yapmaktasın?
“SİLİFKE’NİN YOĞURDU, AH SENİ KİMLER DOĞURDU- SENİ DOĞURAN ANA, BAL İLEN Mİ YOĞURDU!.” Türkülerindeki “doğurmalar, yoğurtlamalar ve bal ile yoğurmalar” ile mi bu gençler ahlâklanacak ve yeni dünya düzenini kuracaklardır?
Yoksa, o genç ve her ne verilirse alıcı saf ve aldatılmış zihinlere, psikolojik olarak bir takım mesajlar mı verilmek isteniyor; ve onların da İskandinav memleketlerinin kız olamayan kızları gibi, belden aşağı eşek hürriyeti içine çekilerek, (aile) ve iffet telâkkîleri gâvurlaştırılmak ve anonimleştirilmek mi isteniyor? Bunun peşinde misin?
Sen!
Bu kabil güftelerin türküsü ile oynayıp kıvrılan ve cinsiyetini teşhîr eden kızların, hatta karşı cinsin elinden tutarak bazı dans sahneleri de sergilemelerinin altında, hangi dinin (mubahlarını) yatırıyorsun?. Dembokrasi, Hoşgörü-diyalog, kamalizma, nasrâniyet v.s gibi dinlerde bunlar, evet (mubah)dır. Ancak, bütün bunlara İslâmiyyet gibi Son ve Mutlak bir dînin getirdiği yasak (haram) hükmünü tanımamak ve bunlara mubah gözüyle bakmak ise, küfrün tâ kendisi… Ve bunun da sâhibi müslüman ise, bu i’tikâda sâhib olduğu andan i’tibâren (irtidâd) pisliğinin içine yuvarlanacağı mutlakdır…
Sen kimsin, hangi dindesin ve neyin nesisin?
Sen!
Bu kızların babası ve anası olmadığın için mi onları bu manzaranın içinde harcayıp boğuyorsun?. O sahneye, kendi öz karını ve kızını çıkarabilecek; ve orada yapılanları, oradaki kıyafet ve soyunukluk derecesinden onlara da giydirebilecek ve teşhîr edebilecek misin?.
Hayır diyorsan neden? Evet diyorsan, karını ve kızını da oraya çıkar ve teşhîr et!
Sen!
Yemen’den gelen kızcağıza bakar ve onun dans eden vücudunu alkışlar ve güfteleri şehvet dolu şarkıyı dünyaya yayan sesini dinlerken, Yemen’de şehid olan veya sakat kalan 95 yıl evvelki yüzbinleri, sönen ocakları ve yetim çocukları düşünmekden korkan bir hılkat garîbesi misin?.
Onların (lânetine) müstahık olmayı ve iki cihanda sürünmeye yetecek beddualarını, o îmânsız ve iffetsiz yüreğin bir an bile acıyla hissedebildi mi?
O şehid ve gâzîleriden emânet aldığın torunları, senin bu kirli emânetçiliğin ile hangi hedeflerin âleti ve malzemesi olarak kullandığını, ne zamana kadar dünyaya, bilhassa Anadolu ve Osmanlı coğrafyasına yutturacaksın?
Sen!
Bunun vebâli altından kalkabilecek misin?. Yahut da, olmayan torunların olduğu içün mü, bu kadar rahat, temâşâda, pazarlıkda, hayâl âleminde, patronlarına sadâkat ve seyir içindesin?.
Sen!
Haçlı-yehûd kâfirlerini memnun etmek ve onlara, “işte, siz efendilerimizin emr ü fermânı mu’cebince, geçmişimizden böylesine intikam alan biz, böyle bir neslin hâl-i hâzırdaki temsilcileriyiz!” demek içün mü bunları irtikâbdasın?!
Sen!
“Hoşgörü-diyalog”diniyle “dembokrasi” dininin koalisyonu eliyle, bütün dünyaya, “yeni bir dünya!” mesajı vermek içün mü bu gençleri cıyaklatıyorsun? Ve Vatikan-Tel Aviv hattına da, “işte sizin emrinizle, istikbale böyle bir gençlik hazırlıyor ve onlara, soylarının kemiklerini böylesine sızlatdırıyoruz!” demek içün mü, “Türkçe ve Türk Okulları!” paravanalarını kullanma faaliyetlerine dalıyorsun?
Sen!
Haçlı-yahudi standartlarına göre bir gençlik yetiştirmek içün mü, o dünyadan habersiz bîçâreleri sahnelere sürüyor; ve “yeni bir dünya kuruyoruz!” diye onları sahnelerde şarkı maskesi altından cıyaklatarak teşhîr ediyorsun?
Kimin adına ve hangi “yeni dünya düzeni!” denen şeytanlığın peşindesin?
Sen!
Sûret-i hakk’dan görünen en netâmeli müşgil, en belâlı musîbetsin!. Ve, Allâh Azze ve Celle’nin dînini pazarlayan misli görülmemiş bir canbaz; ve cambazlıkda misli olmayan bir prototipsin!”
Lânet olsun!


20 Haziran 2011 Pazartesi

ŞEVKET EYGİ BEY TENÂKUZA DÜŞMEDEN YAZMALIDIR…


Şevket Eygi Bey İslâm gibi mutlak bir hakîkatla “Kemalizm!” denilen beşerî bir dîni mukâyese ediyor. Fakat bu mukâyesesinin mübhem bulduğumuz bazı noktalarının açıklığa kavuşturulması da şartdır. Zira “i’tikâda müteallık noktalarda böyle mübhemiyyetlere!” yer olamaz…
Başlık şu:

İslam ile kemalizm uyuşmaz ve bağdaşmaz

Metne geçelim:

“İLAHÎ İslam dini ile Marksist ideoloji uyuşur ve bağdaşır mı?.. Uyuşur ve bağdaşır demek mümkün değildir. İkisi birbirinin zıddıdır.”

BİZDEN Not: “Bağdaşır demek mümkin değildir!” demek, doğru değildir, (muhaldir) demek doğrudur… Çünki İslâmiyyet ile, dışındaki topyekûn ideolojiler içün de bu böyledir… Vahye müstenid bir (dîn) sistem, ilâhî ve (mutlak), bunun dışındakilerin tamâmı (izâfî, beşerî ve indî) sistemlerdir…
Bir müslümânın kendi dîninin zıddını ve tersini, zıd ve ters kabul etmemesi demek, o adamın kendi dînini reddetmiş olması demekdir ve bu adam mürtedd adını alır…
Bugün Marksist ideoloji nerdeyse müzeye kaldırılmış ve “dembokrasi!” denilen dîn Türkiye’yi bile yutmuşken, Şevket Bey buna neden el ve kalem atamaz; ve kamalizmayı marksizma üzerinden ele alır ve misâllendirir, anlayamıyoruz!. Bir müslümân içün İslâmiyyet’in dışında ve O’na ters herşeyin (butlânı) bedâheten ortadadır ve aslâ kabûl edilmesi bahis mevzuu olamaz. Aksi halde o adam, beyân etdiğimiz gibi o şeyi kabûl etmiş, İslâmiyyet’i ise reddetmiş olur. İslâmiyyet (mutlak ve münezzeh) bir nizam olması hasebiyle kendi dışındaki bir sistemi şerik olarak aslâ kabul edemiyeceğini en temel ve mutlak kânûnu olarak vaz’etmişdir… Kelime-i Tevhîd’in birinci basamağı olan “Lâ ilâhe” kelimesi, bunu âmirdir ve bütün tanrıları ve onların ideoloji, doktrin ve dînlerini, felsefî sistemlerini (nefy) ve redd esâsını temellendirir ve bu, mutlak bir îmân ve hedef ister… Bu noktada zerre kadar bir (hoşgörü ve ılımlılık) İslâmiyyetle alâkayı kat’iyyen keser…

“İslam, Tevhid inancı yani kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh, kainatın Yaratıcısı, alemlerin Rabbi, mutlak kudret Sahibi, ilmi ve iradesi her şeyi kuşatmış bir Allah'ın varlığını kabul eder. Marksizm ise ateisttir, materyalisttir.”

NOT: İnsan sadece Allâh’a inanmakla müslümân olamaz! Peygamber ve Kur’ân’a inanmadan sadece Allâh’a inanmak muhaldir. Çünki bu ikisi “Allâh” dedikleri ma’bûdun zat, sıfat ve esmâsını ortaya koyuyor, başka hiçbir kaynak buna muktedir değil… Allâh’ın dışında hiçbir ma’bûd, tanrı veya ilâh, (Allâh) değildir ve O’nun yerine geçemez… Çünki 14 sıfatı taşımayan bir ma’bûda (ALLÂH) denilemez ve bu sıfatları haber veren de Kitâb ve Peygamber… Dolayısıyla “Ben Allâh’a inanırım ama Kitâb ve Peygambere inanmam!” diyen adam, bunlara inanmadan ALLÂH’ı diğer tanrılardan ayıran zat, sıfat ve esmâyı nereden nasıl öğrenecek ve bilebilecek?. Allâh, mücerred peygamberlerin haber verdiği ma’bûd… Diğer adamların, dînlerin, ideoloji, doktrin ve felsefelerin ortaya koyduğu tanrıların hiç birine (ALLÂH) denilemez… Allâh, mücerred, “İslâmiyet, sâdece benim dînimdir, ben, bu dînin haber verdiği, zâtımı, isimlerimi ve sıfatlarımı zikretdiği ma’bûdum… Adım da, Allâh ve ismimdir diye diğer zikretdiklerim…”

Kemalist sistemde (Ona bir tür dindir de diyebiliriz...) Allah'a iman şartı yoktur. Bir deist de Kemalist olabilir, bir ateist de.”

NOT: Biz, kendi mukaddimemizden sonra şimdi asıl mübhem noktaları zikredebiliriz…
Marksizim de (izâfî ve beşerî) bir dîndir ve İslâmiyyet’i ortadan kaldırmak hedefine sâhibdir. Her dînin müşterek tarafı, kendi hâkimiyyeti hesâbına, kendisini ortadan kaldıracak dîni veya dînleri yok etme hedefidir… Çünki İslâmiyyet’i ortadan kaldırmadıkça, başka hiçbir dîn kendisine hayat hakkı bulamaz. İslâmiyet de mukâbeleten aynen böyledir… İslâmiyyet’in bu hedefi apaçık Kur’ânla ortadadır ve böyle olduğu içün bu esâsî bir kâidedir ve buna da îman etmeyene müslümân denemez…
Deizm, Allâh’a, vahye, peygamberlere, âhıret hayatına, kadere, meleklere ve herhangi bir dîne inanmayı reddeden felsefî bir mekteb… Deizma, sâdece kendi felsefesi elinde icâd etdiği “tanrısına!” inanır… Kamalizma bir dîn olunca, dînleri reddeden bir deistin kamalizma dîninde olması mümkin olamaz! Dolayısıyla “bir deist kemalist olabilir!” diyen Eygi, bunu nasıl izah edecekdir?!. Deizmin tanrısı İslâmiyyet’in haber verdiği ve adı ALLÂH olan ma’bûddan bambaşka bir varlıkdır. Allâh, herşeyi yokdan yaradan ve herşeye kudreti yetendir… Deizmin tanrısı, pek çok tanrılardan biridir ve insan zihninin varlık verdiği (îcâd etdiği) bir muhayyel tanrıdır…
Eygi’nin “bir ateist de kemalist olabilir!” demesi de nasıl olacak acaba?. Kamalizma bir dîn olarak ele alınır da bir dînsiz demek olan (ateist), nasıl kamalist dîninde olur, hayret!. T.C. içinde ve Samanyolu akıl defterinde, liberal cenahda ve Taraf gazetesi gibi mahallerde nice çok ileri kamalizma düşmanları var ki, bunların bir kısmı ateistdir… Ateist olup da ben kamalizma dîni içreyim diyenine, biz hiç rastlamadık! Şevket Bey rastlamışsa ve bunun içün birkaç misâl verebilirse memnûn oluruz!

“Peki İslam dini ile, M. Kemal Paşa'nın ölümünden sonra çıkartılmış Kemalist ideoloji uyuşur ve bağdaşır mı?
Bu ikisi de bağdaşmaz ve uyuşmaz.
İnsan sadece Allah'a inanmakla Müslüman olamaz. Kelime-i Tevhid'in, birbirinden ayrılmaz iki esası vardır: Allah'tan başka ilah olmadığına ve Hz. Muhammed'in (Salat ve selam olsun ona) Allah'ın Resulü olduğuna iman etmek.”

NOT: “Kemalist ideoloji, Kamal Paşanın ölümünden sonra çıkarılmışdır!” demek de son derece yanlışdır. “Kemalizma!” 1919’larda bile literatürde vardır… Eygi’nin, “paşanın ölümünden sonra!” diyerek kendisine bir paratöner bulma gayreti de biraz hafif kaçıyor… Paşa zamanında yazılmış nice tarih kitâblarında da, “Türkün dîni Kemalizmdir!” diye yazıldığını bilmeyen olmasa gerek… Böylelikle Paşa, beşerî hayatın her safhasına el atan bir ideolojiyi te’sîs eden adamdır… Bunu kim inkâr edebilir? Bu, bütün dünyânın bildiği bir vâkıa değil midir?
Kelime-i Tevhîd bâbına gelirsek…
Eğer, Kur’ânın kâfir ve müşrik deyip lânetlediklerine ve Son Peygambere iman etmeyenler içün “kelime-i tevhîdin ikinci cümlesini söylemeyenlere de, rahmet ve merhamet bakışıyla bakılmalıdır!” diyen “Okyanus ötesi!”ndeki müstakbel Halîfe Hz’leri (!) gibi kelime-i tevhîde bakılır da, 15 asırlık tevhîd kelimesi içün “yeniden gözden geçirilmelidir!” diyerek o 15 asrın îmân ve i’tikâdı levmedilip yanlış bulunursa, işte bu da mutlak bir küfr ü dalâletdir...
Eğer kelime-i tevhîde, içinde bütün “zarûrât-ı dîniyye”yi toplayan bir ma’nâ yüklenmeden ve îmân ve i’tikâdı (zarûrî) bazı esaslar hatta bir tek kâide hâric tutularak “inandım ve söyledim!” deniyorsa, bunu söyleyene de müslümân denilemez… Elmalılı Merhûm’un ifâdesiyle “îmân, mu’cibe-i külliyedir; bunun zıddı olan küfür ise sâlibe-i cüz’iyye ile meydana gelir!”
Zîrâ (Kelime-i Tevhîd), Allâh’ın Dîninin tamâmını içinde cem’eden bir özün özüdür, lübbü’l-lübbdür… Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Hz., Muhammed Hamdi Efendi, İskilibli Âtıf Efendi, Muhammed Vehbî Efendi merhumlar gibi son Osmanlı ulemâsının eserlerine bakılırsa, kelime-i tevhîdin ne olup ne olmadığı çok iyi anlaşılır… Tevhîd kelimesini, mücerred papagan gibi telaffuzu ile ortaya koymak, ona îmân ve onu söylemek değildir ve olamaz…

Kemalist sistemde (Ona bir tür dindir de diyebiliriz...) Allah'a iman şartı yoktur. Bir deist de Kemalist olabilir, bir ateist de.

NOT: M. Kamal’ı, kamalizm dîninin tanrısı (ma’bûdu) kabûl etmeyen bir deist veya ateist aslâ kamalist olamaz… Bu dînin de tanrısı, “kutsal” kitâbları, elçileri, rûhânileri, dünyevî ateş ve gülistânları, rakılı–çilingirli âlemleri, kutsal balo âyinleri, kutsal şarapları, kaderini herkesin kendisinin ve tanrısının “yaratdığına” dâir i’tikâd esasları, Kâbe yerine geçen mukaddes toprakları, türbeleri, ziyâret evleri, ritüelleri, Anıt mahalleri, tanrıya yakarış ve şikâyetleri yazış defterleri veya bayram ve seyranlarda tekmil merâsimleri, mayıslarda denizden büst taşıyış ve birçok yerlerden toprak tedârik edişler gibi periyodik halleri, resmî devâirin tamâmında, hatta husûsî hastanelerin her odasında, meydanlarda, mekteblerde, şehir girişlerinde, müşahhaslaştırılmış tanrı varlığı demek olan büst ve heykel ikâmesi, saygı duruşları, silâh atışları v.s gibi kaçyüz kânun ve kâidesi vardır…
550 milletvekilinin andı bile bir dîn hükmünün edâ ve icrâ edilişidir. Kamalizma Dînine göre lâ teşbih kelime-i şehâdet!. Bunu söylemeyip bu dîne olan îmânını apaçık belirtmeyen, kamalizma dîninin Elmalılı Merhûm’un ta’bîriyle “imtiyâz-ı rubûbiyyet!” sâhibi “parlamentosuna!” giremez:
“-Devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma;
Hukukun üstünlüğüne, demokratik ve laik Cumhuriyete ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma;
Toplumun huzur ve refahı, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakattan ayrılmayacağıma;
Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”
Kiminin yemin, kiminin and dediği bu ibâre bize göre kamalizmanın lâ teşbih kelime-i şehadetidir. Görüldüğü gibi burada “kutsal bir devlet” vardır; ve bunun kutsiyeti de kamalizma dîninin devleti oluşundan ileri gelir! Bu devlet, eşsiz kurtarıcı tanrının, Mîsâk-ı millî hududları içindeki, hatta arzdaki mazlum ve mağdur milletler üzerindeki zılli yani gölgesidir!
“Milletin kayıtsız ve şartsız egemenliği (hâkimiyyeti) derken de, Osmanlı Hılâfetinde “Allâh’ın hâkimiyyeti” yerine, burada “milletin=halkın” hâkimiyyeti denilmişdir. Ancak 90 yıldır hâkimiyyet aslâ halkda (göbeğini kaşıyanlar ve bidon kafalılarda) ve Ankara caddelerine sokulmayan köylü kentlide olmamış, asıl hâkimiyyet, Kamalizma dîninin kardinalleri ve ruhban sınıfında olmuşdur... Ancak bu hâkimiyyet (sonra kurbağaca egemenlik yapıldı) “halkın” denilerek örtülmüş, bu, halkın kendi irâdesi olarak takdim edilerek, onlara, Kamalizma dîninin esaslarını bu yolla kabul etdirme taktiği güdülmüşdür…
Halk, tapuyu kendisinin sansın ama, mülk, bizde olsun cinliği!
And’ın ikinci paragrafında yer alan (hukuk, demokrasi, laiklik, cumhuriyet ve üçüncü paragrafdaki huzur, refah, dayanışma, adalet, insan hakları, hürriyet) gibi laflar da, “ATATÜRK İLKE VE İNKİLÂPLARINA BAĞLILIK!” ile mühürlenmekdedir… Ve bütün bunlar, Kamalizma dînini tahkîm ve gözboyamak içün kullanılan dünya çapındaki emperyalist siyâsî terminolojiden başkası olamaz…
“Anayasaya sadakatden ayrılmamak!” ise, başlıbaşına traji-komik bir keyfiyet!. Bu anayayasa ile 8 seçim yapmışlar ve her seçim sonrası aynı “sadâkat!” andını içmişlerdir!. Sonra da sadâkatine and içdikleri o anayasayı durmadan değiştirmişler ve delik deşik etmişlerdir!. O anayasanın ustası zâlim diktatörün “anayasamı deldirmem!” lafı da NETEKİM bir halta yaramamış, şu son senelerde bütün belâ ve musibetlerin ana sebebini bu anayasaya bağlamışlardır! Üstelik de onu, yerin dibine geçirme yarışı başlamışdır!.
Kamalizma dîninin kitâbı da işte bu…
61 anayasası içün de, Kamalist Dîninin hatırlı kardinallerinden (Falih Rıfkı Yatay) nâm, azılı İslâm düşmanı müteveffa, Dünya gazetesinin başmakâle sütûnunda aynen: “Yerin dibine geçsin bu anayasa!” diye yazmışdı… Mahut kişi, Şengül hamamının müdâvimlerinden bir kardinal olması hasebiyle, onun bu giydirmesine darbeci postallılar (gık!) bile diyememişlerdi… Hem de darbeden bir sene sonra bile!
Kamalizma dîninin “and içme merâsimi!” denilen “kutsal ritüel!” bu dîne girişde veya bu dînde îmân tazeleyişde (lâ teşbih) kelime-i tevhid ve şehâdet mesâbesindedir… Bunu aşk ile ve bir dahî şevk ile, hatta sâbık meclis reisi ve mürîdân-ı Erbakan’dan Yâsîn Hatiboğlu gibi (ezbere) okumak, adı geçen dînde çok büyük bir hasene ve mübârek bir işdir…
Bu andı (lâ teşbih) zemzem gibi ve anıt tepeye dönerek ayakda yudumlayan ve içen milletvekilleri, o andan i’tibâren îmâna girmiş veya îmânlarını tâzelemiş olurlar… Aslında aylar ve seneler evvel vekilliğe niyet etdikleri andan i’tibâren bu iş başlarsa da, resmen ve alenen ma’lûmiyyeti, andın, kafaya dikilip içilmeye başladığı an i’tibâriyledir!
Hatta meclise giremeyip de girmeye niyet edenler ve bu andın içileceğini bilen ve bu milletvekillerine veya giremeyenlere aşk u şevk ile (oy) verenler dahî, vekâlet ve bey’atları sebebiyle aynı îmâna girmiş veya o îmânı tâzelemiş olurlar!. İkrâh-ı mülci olmadığı halde and içmek, hiçbir şekilde de “niyetim şuydu buydu!” gibilerde te’vîl ve kıvırtmayla ma’zur gösterilemez!. “Fetva aldık!” nânesi yiyenler bu yedikleri üzerine soğuk bir (and suyu) içerlerse hazma şifâdır!
Ameller niyetlere göre olduğu içün, bizim dînimizin zâviyesinden bakılınca manzara-yı umûmiyye ve dahî husûsiyye aynen budur!.
“-Falan filan partiye (oy) verin!” diye biribirine giren cemaatler, cemaat şef ve şeyhleri, hoca takım ve taklavatları, mürîdân-ı tirîdân ve çarşafiyelik nineler ve hacı anneler, ve boynu ağlâlli (yularlı) ve dersli hacı babalar ve gagası kızıllaşmış akbabalar, zikrullâhlı çenelerin mübarek sakallı dervişleri ve devrilmişleri, dahî genç ihtiyâr bütün ehâli-i etrâk ve ekrât, Başvezir Âtıfetlû Receb Tayyib Beyfendinin, yamacında ve eşliğinde Emnânım ablamız olduğu halde “bu demokrasi bayramı kutlu ve mübârek olsun!” dediği “Balkon hutbesinden!” nasîbedâr ve hissedâr olarak dembokratik füyuzât ve fütühâta nâiliyyetler kesbetmişlerdir…
Şimdi sıra, vekâlet verilenlerin üzerinden asâlet sâhib ve sâhibelerinin de aynı kamalist bereketlere ve ruhâniyetlere kavuşmalarındadır…
Sıkı Şerîat muârızı ve başörtüsü düşmanı, Kur’ân Kursu adüvv-i ekberi, AKP dembokratları içün “bunlar analarını bile satarlar” diyen zürriyet cerîdesi sâbık başyazıcısı ve soyadı ile müsemmâ ekşimtrak zât, and içirme ritüelini idâre ederken kimbilir Kamalizma dînine îmânı aşkıyla 549 muti’ vekîle nasıl kök söktürecekdir!.
O gün gelince yaşarsak görürüz, kaç gün kaldı ki?
El vekîlu ke’l-asîl buyrulduğuna göre kimse oy’unun boşa gitdiği şek ve şübhesine düşüp mahrûm kaldığı zehâbına kapılmamalıdır… Oy’ların encâmı ve netîce-i kelâmı ve iki cihândaki âkıbeti bu olsa gerekdir!.
Tabii cumhûriyet ve Kamalizma müftü, ideolog, mü’min, ilâhyapyatçı ve şeyhlerine sorulursa, “vatandaşlık görevleri ve işlevleri böyle edâ ve îfâ edilmelidir!”
Ve hatta cübbeli nâm fetvâ eminlerinin beyânları vechile “İslâm’da boş rey vermek yokdur!” gibi nice ulvî ve gâibden gelen fetvâlar ile amel etmek mutlaka vâcibâtdandır ve aslâ kazâya bırakılması câiz olamaz… Cuma namazının kazâsı oluyor mu, aynen onun gibi!
“Nâmus ve şeref üzerine and içme!” sözü de, Kamalizma dîninin kendisinden evvelki İslâm Dîninin mücerred Allâh Azze ve Celle adına yaptırdığı yemîni yerine ikâme etdiği, kendi (dînî) yemînidir…
Binâenaleyh, “Türkün dîni Kamalizmadır!” diye kitâblar yazılırken, elbetde tam teşekküllü bir dîn icâd edilmeliydi ki, buna bütün dünyâ da (dîn) diyebilsindi! “Türkler dînsiz oldu!” dedirtmek siyâseten de budalalık olurdu!. Çünki dünyada (dînsiz bir millet yokdu) ve Kamalistler bu sayede “İslâmiyet’i kaldırdık ama yerine çok modern ve Batı dünyâsının fevkal’âde memnun kalacağı bir (DİN) koyduk!” deme şansına da sâhib olacaklardı… Ve oldular da!
Ancak bu yeni dîn (izâfî, beşerî, şahsî, keyfî ve indî) bir dîn olduğu içün, ancak 90 yıl, o da dipçik, hapis, ipe çekme, sürgün, işkence, darbe, muhtıra ve asker zoru ile ayakda kalabildi. Dünya konjonktürü ve politik manevraları çok değişince, ABD, İsrail, AB, İngiliz ve Vatikan cebhesinin müşterek menfaatleri, Kamalizmanın varlığı ile ahenk kuramaz oldu; ve bu dîn onların önünde, “son kullanma târihi!” geçmeye başlayan zehirli mantar konservesi gibi durmaya başladı!. Türkiye’ye Kamalizma dîni yerine yeni bir dîn biçilmeli ve Anadolu insanına, diğer türkî ve arap ehâlîsinin de örnek alacağı bu yeni dîn giydirilmeliydi!.
Dünya potronları içün artık, “yeni dünya düzeni!” bahis mevzuu idi. Bunun içün de “Okyanus Ötesinde!” kursa başlayan muhteremler diliyle “Hoşgörü ve Diyalog” dîni tedvin edilmeye ve 130 devletde “Türk Okulları!” perdesi altında bu yeni dînin misyonerleri yetiştirilmeye başlandı… Diğer yandan da adı geçen kursun Türkiye versiyonu olan AKP diliyle “Medeniyetler ittifakı!” diyerek, bu dînle dirsek temâsı başladı… Ve böylece daha gün yüzünde ve legal olarak “Dembokrasi Dîni!” inşâsına hız verildi…
Bugün Türkiye’de kopan kıyâmet işte bu üç dînin tepişmesinin bir netîcesidir. Bir tarafta son nefesini vermemek içün can çekişen Kamalizma Dîni… Karşısında da, onun imiğine çökerek hâkimiyyeti eline geçirmek isteyen ve resmen ve alenen “papalık misyonunun bir parçasıyız!” diyen, “ibrâhîmî dînler!” felsefesinin doktrineri ve “Okyanus Ötesindeki Türkçe Olimpiyatlı Muhteremlerin Hoşgörü ve Diyaloglu (ılımlı İslâm) dîni… Ve bu dînle kapışacakları güne kadar KOALİSYON hâlinde yürüyen, AK yüzlüyüz diyerek de oyları torbalayan AKP “Dembokrasi Dîni!..”
Kamalizma yerini bu iki dînin koalisyonuna bırakırsa, artık yeni dîn, papalık misyonuyla icâzetli diyalog takımıyla, “medeniyetler bahçesi” bülbüllerinin inşâ edecekleri “Ilımlı, alımlı ve bakımlı, her bütçeye uygun, her bedene şıp diye oturan, tezgahdan yeni çıkmış, tecdîd görerek rektifiye edilmiş, bütün türkî ve arabîlerin dört elle sarılması istenecek yepyeni ve taptaze yeni bir dîn olacakdır…
“Yeni Dünyâ Düzeninin ılımlı İslâm’ı!”
Akâidi, fıkhı, hukûku, kânun ve kâidesi olmayan, ütülenmiş, dümdüz bir hümanizma taslağı…
Gerçek İslâm çekilmişse, yerine mutlaka bir nesne gelip oturacakdır, kânun böyle!. Şimdi de mücerred adı “İslâm!” bir dîni getirip oturtacaklar ve bu da, çok daha acıtmaz ve çaktırmaz bir nesne olarak her tarafı idâreye yarayacakdır!
Artık bütün dünya müslümânları 100 senedir özleyip hasretiyle yandıkları dînlerine (!) yeniden ve böylece kavuşturulmuş ve başlarına da Okyanusyalara kadar düşerek vatancüdâ olmuş bir büyük zât “Halife Hazretleri” olarak geçdi mi, ne müslümânlar mağdûr olmuş, ne de yeni dünya düzeni, önünde bir takoz görmüş olacakdır! Ve her taraf GÜL gibi geçinip gidecek ve gülistan bir dünyada yaşayıp kardeşce ömr-i azizlerini geçirmiş ve Naîm Cennetlerinin kapılarını da böylece aralamış oluvereceklerdir!
130 memleketdeki bu muhteşem ve muazzam ve mücellâ fütuhâtı ve göz yaşartan hizmetleri göremeyen gabî müslümân takımı da, karşıdan aval aval bakacak ve maval okumalar ve umre turları ile yollarına revân olacaklardır vesselâm…

“Kemalizm'in esası/temeli M. Kemal'e iman etmektir. İşte bu yönden İslam ile Kemalizm uyuşmaz ve bağdaşmaz.
Son 60 yıl içinde yetişen birtakım sözde İslam ilahiyatçıları, İslam ile Kemalizmi uyuşturmaya, bağdaştırmaya çalışıyorlar. Boşuna gayret!”

NOT: Bu ilâhiyatçılara, “sözde” de olsa, “özde!” de olsa, “İslâm ilâhiyatçıları!” demek son derece yanlışdır; çünki İslâm ile kamalizmi uyuşturmak demek, kamalizma adına İslâmiyyet’i yok edip ortadan kaldırmak demekdir… Bunun içün de bu adamlara “İslâm İlâhiyatçısı!” değil, ancak “Kamalist ilâhiyatçılar!” daha doğrusu “ilâhyapyatçılar!” denilebilir…
Çünki bu ilâhiyatçıların vücûdunu ortaya çıkaran İslâm dîni değil, Kamalizma dîni ve onun 6 okdan ibâret (lâ teşbih) 90 yıllık âmentüsüdür… Bu heykel ve büst kafalı, betonik ve granit, tunç ve kalsiyum karbonat kafalı tâifenin aklı yeni başına gelmeye ve jetonları henüz düşmeye başlamışdır!. Çünki atı alan Üsküdar’ı değil ama, Okyanus ötesini geçmek üzeredir!.

“İslam dininin temel kitabı ve kaynağı Kur'andır. Kemalistler Kitabullah'ı temel kaynak ve referans olarak kabul etmez.
İslam'da âhirete iman şartı vardır. Kemalizmde âhirete inanıp inanmamak ihtiyaridir, yani seçimliktir, ister inanır, ister inanmaz.”

NOT: Buradaki ikinci cümle akla ve mantığa tersdir. Âhırete îmân eden bir insan, kamalizma dîninde olamaz… Çünki bu Âhıret îmânının olması içün, Âhırete îmânını ortaya koyan Rasûl ve Kur’ân îmânının olması şartdır… Onun içün “Kamalizmada Âhırete inanıp inanmamak ihtiyârîdir, seçimlikdir, ister inanır ister inanmaz!” demek aklı şapa oturtur…
Bir evvelki cümlede “Kamalistler kitâbullahı temel ve referans olarak kabûl etmez!” deniliyorsa, o zaman kamalizmada Âhırete îmândan kesinlikle bahsedilemez… Bu kadar büyük bir tenâkuza düşülmemeliydi…
Farz-ı muhal, bir kamalist “ben âhırete inanıyorum!” demiş olsa, o adam, her zaman ve mekândaki söz ve fiilinin hesâbını vereceğine inanıyor demekdir… Buna inanması içün de bu hesâbı an be an tutan bir kudrete inanmak şart olur… Bu ise Allâh’a ve meleklere îmânı şart koşar… Bunun arkasından da 6 îmân şartının ötekilerini tasdîk ve tahsîn mecbûriyyeti ve zarûreti doğar!
Netice: Âhırete inanan kamalist olamaz, kamalist olan âhırete inanamaz… “Ben olurum veya oldum!” diyenler versa, onlar, farkında olmadan bu işin “ılımlı ve yeni dünya düzenine!” bel ve boyun kırmış takımlarıdır!
Hem, M. Kamal, Kamalizma dîninin tanrısı kabûl edilmeden kamalist olunamaz. Bu tanrının ise şöyle dediğini İsmet Bozdağ’ın kitâbından okuyalım:
“-Evet Karabekir, Arapoğlunun yâvelerini Türk oğullarına öğretmek için Kur’ânı Türkçeye tercüme etdireceğim ve böylece de okutacağım. Tâ ki budalalık edip aldanmakda devâm etmesinler!”
(Paşaların Kavgası, İsmet Bozdağ, Emre yayınları, Aralık 1991, s.159)
Muharrir arkadaşımız, sapla samanı ve şapla şekeri karıştırmamaya çok dikkat etmelidir…
Ayrıca, eğer kamalizma âhırete inanmayı (muhal farz) serbest yapmışsa, o zaman Kamalizma dîninin inananı, iki dîne, hem kamalizmaya hem de İslâmiyyet’e inanıyor demekdir ki, biribirine mutlak iki zıddın bir yerde cem edilmesi aklen ve mantîken de muhaldir!. “İctimâ’-ı zıddeyn” kânunu cümlenin ma’lûmu olsa gerek…

“İslam'da din ve dünya ayırımı yoktur. Kemalizmin ana umdesi ise, laikliktir. Nice Kemaliste göre din bir vicdan işidir, dünyaya karışamaz.”

NOT: Burada da, yukarısı ile tenakuz vardır. İslâm’da dîn ile dünyâ ayrılmıyor, kamalizmanın laiklik umdesi ise yüzde yüz ve cebren bile olsa ayırıyor. O halde bir kamalist nasıl âhırete îmân taşıyarak bu işi yürütecekdir? Âhırete îmân, bâlâda zikretdiğimiz gibi, her söz ve fiilin hesâbının görüleceğine îmânı şart koşar ve bu îmâna sâhib bir kamalist nasıl olur da dîn ve dünyâyı ayırmış olabilir?
Bir akıl tutulmasına yol açılmamalıdır…

“İslam, insan sağlığına zarar veren ve nice sosyal hastalığa yol açan içkiyi yasak etmiştir. Kemalizmde ise içki bol bol içilir.
İslam ribayı/faizi yasak kılmıştır. Kemalizmde ise iktisat, ticaret, finansla ilgili muamelatta faiz esastır.
İslam kadın konusunda hayâyı, iffeti, tesettürü esas almıştır. Kemalizm ise tesettüre ve İslam'ın kadın anlayışına karşıdır.
İslam'da din esaslarına dayanan Tevhidî eğitim sistemi vardır. Kemalizmin Tevhid-i Tedrisat eğitim sistemi ise nice husus ve noktalarda İslam'a taban tabana zıttır.
İslam'ın bir Şeriatı vardır. Kemalizm bu Şeriata radikal şekilde karşıdır.
İslam'da yaratılış inancı vardır, kemalizmde evrim teorisi.
İslam'da İmamet/Hilafet vardır. Kemalizm Hilafete karşıdır ve onu yıkmıştır.”

NOT: Bütün bunlar ve niceleri bir “kamalistin âhırete îmânda serbest!” olmadığını mutlak olarak ortaya koyar!. Aksi halde kamalizma sistemi çöker ve ortada zerresi bile kalamaz… Çünki Âhıret îmânı olan bir insan, dünyâ hayâtının “bir oyun ve eğlenceden!” ibaret olduğunu kabul etmiş olur ki, onun, aynı zamanda laikliği ve kamalizma dînine âid bir tanrıyı kabul etmesi muhaldir, mümteni’dir, müstahildir… İslâm akâid ve ilm-i kelâmı ile bunların kâbil-i te’lif edilmeleri düşünülemez… Muhaldir, Mümteni’dir, müstahildir!

“Masonların geleneksel kolu, "Kainatın Yüce Mimarına" inanmayanları Masonluğa almaz, "localara" sokmaz. Kemalizmde böyle bir şart yoktur.
Yahudiler ve Hıristiyanlar da Allah'a, âhirete inanırlar ama Allah'a, Peygamberlere, ilahi Kitaplara iman bakımından İslam ile aralarında ittifak ve uyum yoktur.”

NOT: İşte bu da olmaz…
Yahudiler ve nasrâniler Allâh’a ve âhıret gününe inanıyorlarsa neden İslâmla aralarında ittifak ve uyum yokdur; ve İslâm’la aralarında uyum ve ittifak yoksa, nasıl Allâh’a ve âhıret gününe inanmış oluyorlar!!!? Okyanus ötesi hoşgörü ve diyalog doktrini (veya dîni) ile, burada, buruna bir hısımlık kokusu geliyor!. Böyle muğlak ve bulanık ifadelerle akıl ve mantık tutulmasının mutlaka önüne geçmelidir!.
 “Yahudi ve hıristiyanlar da Allâh’a ve Âhıret gününe inanıyorlar!” demek içün Kur’ândan haberdâr olmamak icabeder!. “İnandıkları!” içün mü, Kur’ân, onları “kâfir ve müşrikler!” sınıfı içinde zikrediyor?. Îsâ ve Üzeyr Aleyhimesselâm’a “ibnullâh=Allâh’ın oğlu!” dediklerini ve daha pek çok noktada inkâra saptıklarını Kur’ân ve hadîs-i şerîfler haber verip dururken, “Allâh’a ve Âhırete inanıyorlar ama…” gibi laflar neyin nesidir, taaccübe şâyân doğrusu!?.
İnanmış olmaları içün Kur’ân ve hadisler “Müslümânlar gibi inandık!” demelerinin şart olduğunu beyân buyuruyor mu buyurmuyor mu?. “İnanıyorlar ama…. İslâm ile ittifak ve uyum yok!”
Fesübhânallâh…
Böyle ifâde ve ibâreler, nerede, hangi Şerîat kitâbında geçmektedir? Bu fetvâ nereden alınmışdır? Sık sık “Ben Şeriat Kitâblarında olmayanı yazmam, fetvâ yoksa ben de yokum!” kabilinden ortaya çıkan zât-ı muhterem, bu noktadaki delîlini de ortaya koymalıdır. Biz, bizzat kendisinin bastığı ve Büyük Mürşid Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerinin “Câmiu’l-Mütûn” nâm eserinin (1988 tab’ının 91-92. sahîfelerinde) yazılanları kendisine okuyalım:

“-Yahudi ve hıristiyanlar, “lâ ilâhe illâllâh” der de, “Mu….dürrasulullâh” demezlerse, müslümân olmazlar……. Bugün yahudi ve hıristiyanlar (lâ ilâhe illâllâh Mu….dürrasulullah) deseler dahî müslümân sayılmazlar. Onlara, gerçekden kabul ediyor musunuz diye sorulduğunda, sizin peygamberiniz olarak kabul ediyoruz derler. Bunların îmânının kabul edilmesi içün, mensub oldukları dînden ayrılıp uzaklaşmaları gerekir. Şayet bir hıristiyan Kelime-i Tevhidin sadece “Lâ ilâheillâllâh” kısmını ve kendi dîninden de uzaklaşdığını söylerse, müslümânlığı ile hükmedilmez. “Ben müslümânım!” dese de müslümân sayılmaz… İslâm’ın lugat ma’nası teslimiyet demekdir ki, bu söz müslümân olmasını gerektirmez. Ancak, müslümânlara: “BEN SİZİN GİBİ MÜSLÜMÂNIM!” derse müslümândır…”

Biz, kendisinin bastığı o kıymetli kitâbdan sâdece iktibasda bulunduk vesselâm…

“Bir insanın Müslümân olması için Allah'ı kemal sıfatlarla sıfatlandırması, noksan sıfatlardan tenzih etmesi gerekir.”

NOT: Acele hatta alelacele yazılmış bir cümle… İşte yukarısını nakzeden bir ibâre de bu… Allâh’a ve âhıret gününe inandıkları söylenen yahudi ve hıristiyanlar, tenzîh îmânına sahibler mi ki Allâh’a inanmış kabul edilsinler!. Tenzih etmiyor da, nice yüzlerce noksanlıklar ve acziyet izâfe ve isnâd ediyorlarsa, o zaman hangi tanrıya inanmış oldukları apaçık ortada değil midir? Tevhîdle teslisin bir arada olamıyacağını sık sık diline alan arkadaşımız, böyle bulanık cümlelerden mutlaka uzak durmalıdır…
“Bir insanın müslümân olması içün Allâh’ı kemal sıfatlarla sıfatlandırması, noksan sıfatlardan tenzih etmesi gerekir!” diyen kişi, bunun şart olduğunu ve fakat asla “Müslümân olmak!” içün kâfî olmadığını da yazabilmeliydi!. Kelime-i Tevhîd, içine 6 îmân şartını ve bütün zarûrât-ı dîniyyeyi de almadan kalbde tasdîk ve tahsîn bulmuyorsa, o adam “MÜSLÜMÂN OLAMAZ!”
Tevhid kelimesini yukarıda arz ve beyân etdiğimiz şekilde kalbe yerleştirmenin şart olduğu akâid kitâblarımızın muvazzah ve musarrah beyânıdır… Bu da, “ÎMÂN-I İCMÂLΔ ile müslümân olmakdır. Akâid kitâbları ile hemhâl oldukca “îmân-ı tafsîlîye” geçileceği de îzahdan vârestedir…

“Müslüman, isimleri bilinsin veya bilinmesin BÜTÜN Peygamberlere iman eder.
Müslüman BÜTÜN kitaplara iman eder. (Daha önce gönderilen kitaplar tahrife uğramıştır.)
Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere:
İslam ile ateist ve materyalist bir ideoloji olan Marksizm uyuşmaz ve bağdaşmaz.
İslam ile Kemalizm uyuşmaz ve bağdaşmaz.
İslam ile Yahudilik ve Hıristiyanlık uyuşmaz ve bağdaşmaz.
İslam tek hak din olmakta, tek hak dünya nizamı olmakta hiçbir başka din ve ideoloji ile müşareket (ortaklık) kabul etmez.”

NOT: İslâm, bütün bunlarla uyuşmaz ve bağdaşmaz ve hiçbir nizamla ortaklık kabul etmez, güzel… Ama o aynı İslâm, dünyâ nizamı yapılan “Dembokrasi dîni!” ve “Hoşgörü-Diyalog dîni” ile “müşâreket!”i nasıl kabul ediyormuş!?. Arkadaşımız zaman zaman “dembokrasi!” isterken, dembokrasinin ve cumhuriyetin “millî ve gerçek” olanlarına ağzının suyu akarcasına atıfda bulunurken, “cumhuriyet fazilet rejimidir!” diye ilkçağlardan kalan dolmaları yutar ve okuyucularına da sık sık yuttururken, o “müşâreket=ortaklık” acaba nereye gitmektedir?
1971’lerde “Hılâfet’e inanmak zarûrât-ı dîniyyedendir!” diye Bugün gazetesinde başmakâleler yazarken, şimdi bu yazdıklarını acaba nasıl te’vil ve te’lif edip Kâriîn-i Kirâmına kabul etdirecekdir?.
Hergün “dembokrasi!” diye zikreden bir partinin ve onun dembokrasi diye yırtınan ceridesinde yazıyorum diye rüşvet-i kelâm ediyorsa, bu kabil satırlarının da bir gün hesâb listesi olarak önüne geleceğini unutmamalıdır…
Yahu bir kere de “İslâmiyet, dembokrasi dîni ile de uyuşmaz ve bağdaşmaz!” de… Korkma kıyâmet kopmaz!
Devam ediyor:

“Teolojik bakımdan dünya üzerinde, İslam'ın zuhurundan sonra tek ibrahimî din vardır, o da İslam'dır.
İslam dini Nazizm ile de bağdaşmaz ve uyuşmaz ama Naziler İslam'a ve Müslümanlara karşı oldukça saygılı davranmışlardır.
Türkiye'nin yakın tarihinde Kemalizmin İslam'a ve Müslümanlara yaptıkları, sahih bilgiler ve gerçek belgelerle gözler önündedir.
İslam ile Kemalizmin bağdaşabileceği iddiası doğru, realist, insaflı bir iddia değildir.
Tevhid inancı ile Teslis inancı nasıl asla bağdaşmaz ve uyuşmaz ise İslam ile Kemalizm de uyuşmaz ve bağdaşmaz.
İslam ile Kemalizmin uyuşup bağdaşacağı tezini ortaya sürenler M. Kemal Paşa'nın bidayette sarf ettiği bazı sözlere dayanıyorlar. Paşa'yı bir bütün olarak ele almak gerekir. Bütüne bakınca, bizim uyuşmazlık tezimizin ve iddiamızın doğru olduğu anlaşılacaktır.
ABD, AB, beynelmilel Siyonizm, militan Haçlılar ve Evangelistler, Vatican, global emperyalistler Türkiye'de kendilerine hizmet edecek evcil, ılımlı, suya sabuna dokunmaz, fıkıhsız ve Şeriatsız, ilahî hak din olmaktan çıkıp bir hümanizme haline dönüşmüş seküler/beşerî bir İslam türetmek istiyorlar.
Hatta kulağımıza geldiğine göre 1924'te ilga edilmiş Hilafeti, bu makama kendilerine tâbi uydu bir kişiyi getirmek şartıyla yeniden hayata geçirmek istiyorlarmış.

NOT: Türkçe Olimpiyatları denen dünyânın 130 memleketinden seçilen ve 1000 kişilik 10-18 yaş arasındaki kız-erkek gençleri bir kazanda (haçlı standartlarına göre) hall ü fasl ve halt etmek ne demek oluyor? Bu kabil dünyâ çapındaki faaliyetleri de, o “uydu!” makamın giriş faslına âid akord işi bilsek nasıl olur?...
Meclis Başkanı AKP’li Şahin’in, bu gençlerin “dünyâya yön verecek gençler olduğunu!” beyân etmesi de boşuna mıdır?.
Bülend Arınç’ın bu olimpiyadların Okyanus ötesindeki mübâreklerin himmet ve ruhâniyyetleri ile göz yaşartıcı noktalara taşındığını bir misyoner gibi harâretle savunması ve göklere çıkarması ve Okyanus ötelerine aşk u şevk ilâ bağlılık ve bey’at mesajları göndermesi de boşuna mıdır?.
Hem hılâfet, Şevket Bey’in dediği gibi 1924 de değil 1909’da lağvedilmişdir. Resmî uyduruk bir târih, “hılafet şu tarihde lağvedildi, yok falan yerin şahsında mündemicdir!” gibi laflar ediyor diye, bu işler böyle değildir. Resmî tarihi Kamalizma dîninin tarihçileri kendilerine göre yazmış ve yalanlar ve tahriflerle doldurmuşlardır…
Son Osmanlı ulemâsının kalemine itibar edilirse, islâmî bir hükme varılır… Hele “son halife!” denilen Abdülmecid Efendinin, M.Kamal tarafından tayin edilen bir Halife(!!!) olmasını, Büyük Şeyhülislâm Merhûm Mustafa Sabri Efendi Hazretleri “Buna şeytan bile güler!” diyerek reddeder…
Artık ezberleri bozma zamanındayız, geç kalan vebâl altına girer ve altından da kalkamaz…
Bizden TÜRKÇESİ’ni yazmak…
Ma’lum, İslâm’da, ikrâh-ı mülcî haric “takiyye” denen belâ, amelde haram, i’tikadda küfür…
Elmalılı Merhûm: “Îman ızhâr-ı hakdır ve hakk-ı sarîhi ketmetmek küfürdür!” buyuruyor…
Dikkatli yazmak tavsiyelerimizle…
Bize böyle bir yazı yazmak fırsatı bahşetdiği içün, usta yazarımıza (muharririmize) herşeye rağmen şükranlar…