29 Ekim 2009 Perşembe

(2) EY, BÜYÜK DOĞUNUN MÜSLÜMAN OĞUZ GENÇLİĞİ!



    Gençliği, bir milletin istikbâli olarak bilmek, inkârı gayr-ı kâbil bir hakîkatdır.. Yaşamak veya yok olmak şıklarından birisi, mutlak olarak (gençliğin) keyfiyetiyle alâkalıdır. Bu i’tibarladır ki, bütün milletler devamlılıkları içün maarife son derece ehemmiyet verirler. Bir milletin yok edilmesi, öyle topla tüfenkle hâlledilecek kolay bir mesele de değildir. Gençlik, selefinin yani âbâ u ecdâdının sâhib olduğu (kıymet HÜKÜMLERİ manzûmesine) sâhib olamıyorsa, yahut bu değerler sisteminin dışında bir kıymet hükümlerini benimsemişse, artık o millet, yepyeni bir “millete inkılâb etmiş”, soy ve aslından sonra ortaya bambaşka bir millet çıkmış demekdir…
    Zâhirde, ne kadar babalı, oğullu ve torunlu “aslını inkâr etmeyen!” bir millet manzarası çizilse de, bu son derece aldatıcı bir manzaradır; ve bir milleti içden çürütüb yok etmenin en müessir usûlü de “kıymet hükümlerinin” değiştirilmesidir… Gençliğin sâhib olduğu (kıymet hükümleri), kurbağacasıyla “değer yargıları” ne ise, artık o millet, ecdâdının toprak altına inmesinden sonra, o “değer yargıları” denilen nesnelerin milletidir, o zamana kadar yaşamış olan  târihdeki milletle de aslâ alâkası yokdur… Kıymet hükümleri nelerden ibâret ise, ortaya çıkacak olan yeni milletin keyfiyeti, ancak o nesnelerden ibâret kalacakdır… Allâh Rasûlü ve Kâinâtın Ebedî Kurtarıcısı Diliyle:
    “- Men teşebbehe bi kavmin fe huve minhum= Kim bir kavme teşebbühde bulunursa (benzerse) o, o benzediği milletdendir…”
    Bu, millet varlığının idâmesinde o kadar ehemmü’l-ehem bir ana temel ve esasdır ki, münâfık olmadıkça hiçbir müslüman bunda zerre kadar da şübhe ve tereddüd edemez… Büyük Şehîd ve Allâme İskilibli Merhûm Muhammed Âtıf Efendi Hazretleri bu (millet kalma ve eriyib yok olmama) ana kânûnunu öne çıkardığı ve milletin önüne koyduğu içün de, ipe çekilerek dünyâdan ukbâya göç etmek zorunda bırakılmışdır. Ankara’dan:
    “- Afuv niyâz ederse hayatını bağışlarım!”
    Teklîfine de:
    “- Hakkı söylemenin özrünü dilemek de küfürdür!”
    Buyurub, Kâinâta meydan okuyarak…
    “Beni Stalin yaratdı!” diye höyküren Polonya yahudisi ve öz oğlunun bile (uçkurculuğundan) şikâyet etdiği Nâzım içün “iâde-i i’tibâr” ve “Kültür Bakanı” olacakların, herifin mezarına “hasret gözyaşları” dökdüğü çukurun dibi bir dünyâda; “BENİ ALLÂH YARATDI!” diyerek Kâinâta meydan okuyan Anadolu yiğidi Oğuz Türkü Muhammed Âtıf Efendi Merhûm gibi bir NÂMUS ve İFFET âbidesi Allâme içün, ne iâde-i i’tibâr ve ne de mezâr-ı şerîfi içün üç-beş damla gözyaşı…
     Tam 85 senedir de, Merhûm’un MEZÂR-I ŞERÎFİ’nin ne âkıbeti ve ne de yeri biliniyor!.
     Yahudi dünyâsının MÜSLÜMAN OĞUZ soyundan aldığı intikâma bakınız ki, hem ipe çekiyor, hem de mezârına kadar bir de ademe mahkûm ediyor… Mahkûmiyyet değil, mahkûmiyyetin karesi…
     Merhûm’un Kerîme-i Muhteremesi Sâlihât-ı Nisvân’dan Merhûme Melâhat Hanımefendi Hazretleri de, 90 yaşlarına yakın vefât buyurdukları âhir ömürlerine kadar, Merhûm Babalarından kalan aylığı almak içün, İskilip’den Adana’ya 3 ayda bir gidip gelmek işkencesine tabi’ tutulmuşlardır… Bu da, mahkûmiyyetin küpü…
    ABD ve AB’den güdümlü ve yahudi-haçlıdan kumandalı adamların “Kürt açılımı ve dembokrasi açılımı” soyundan salkım saçak “saçılım ve sapıtımları!” bir kısım zavallı ve garîb gurebâ-zaif zuafâ tarafından yinip yutulsa da, “aslını inkâr” etmeyen MÜSLÜMAN OĞUZ SOYU ve gençliğinin, DEĞİL bunları YİYİP YUTMASI, aslâ afuv etmesi bile düşünülemez…
    Anadolu insanının, “kıymet hükümleri” bakımından ne kadar feci’ bir bölücülük içine sokulduğu, aklı olana bu kadar ve apaçık ma’lumdur…
    Târihi yakından ta’kîb edecek olursak, işgâlci emperyalizma sarhoşu milletler, harb meydanlarında asırlarca boğuşdukları düşmanlarını, ancak onlara kendi kültür, inanç ve kıymet hükümlerini zerk etmek sûretiyle esâretleri altına almışlardır. “Kültür emperiyalizması” denilen nesne, bir milleti kendi öz (kıymet hükümlerinden) ayırarak, onlara emperyalizmacı gâvurların bizzât kendi “değer yargılarını” dayatmalarından ibâretdir…
   Bugün içinde bulunduğumuz dünyâ, “globalizma” denilen bir cereyân ile, bütün dünyâ milletlerini kendi (kıymet hükümlerinden) ayırarak, TOPYEKÛN İNSANLIĞA şâmil olacak ve kendi irâdeleriyle uydurdukları şeytânî ve yine kendi müştereklerinden ibâret bir hayât tarzına cebredib zorlamaktadır... Televizyon, internet ve medya denilen neşriyâtın bütün şûbeleri, “evrensel değerler” adı altında bu dayatmanın propagandasını bütün şiddetiyle devâm etdiriyor.
    Netîceten, İslâm coğrafyası, başda (Müslüman Oğuz) soyu başda olmak üzere kendi (kıymet hükümlerinde) aşınma, yenilenme, kurbağacasıyla “değişim ve dönüşüm” ve saçılım vezninde “açılım” gibi ihânetlere ma’rûz bırakılarak yok edilmeye doğru sürüklenmektedir…
    Siyâsî ve askerî salâhiyyetleri ellerine geçirenler, bilhassa “Tanzimât-ı Hayriye” denilen, künhü ve hakîkatı i’tibâriyle ise “Terzilât-ı Şerriyye” olan ve bugünün kurbağacasıyla “değişim-dönüşüm-açılım-saçılım!” rezâletlerinden sonra, bu ihânetlerin ardı arkası da aslâ kesilmemişdir. Tam 170 senedir, milletin yok edilmesi içün bu şeytânî tuzaklar binbir gözkülleme, yalan-dolan ve iftirâlarla devâm edib gitmektedir. Yahûdî-Haçlı şebekeler ve bunların içimizdeki ajan aktivist kol ve damarları, bilhassa bu 170 senedir:
     “-Anayasacılık, meşrûtiyetçilik, hürriyet – müsavât - uhuvvetçilik, ittihatçı-terakkîcilik (İT’çilik)-kurtçuluk, cumhurlopçuluk, dembokrasicilik, lâyıklık-sayıklık, kadın erkek eşitliği, çağdaşlık-çardaşlık-şarhoşluk, hoşgörü-diyalokçuluk,  modernlik-modamlık-madamlık, reformizma-anaforizma, kafatasçılık-katafalkçılık, altıokçuluk-üstü..kçuluk, Teymiyecilik-keyfiyecilik, telfikçilik-mezhebsizlik-tezfitçilik, acemcilik-arapçılık-türkçülük-kürtçülük-kürkçülük….” v.s…
    Gibi yüzlerce yamuk dille konuşmayı millete şırınga etmek ıkınışındadırlar. Böylelikle de memleketi tam bir tımarhâneye çevirmişlerdir…
    Beyân etdiğimiz üzere yahudi-haçlı dünyâsından ithâl ve kökü dışarda düzinelerce -hâşâ min huzûr- (domuz gribinden) bin beter bu domuzlukların tamâmı da, Âdem Aleyhisselâm’dan beri kazandığımız ve mutlak hakîkatdan ibâret olan binlerce “kıymet hükümlerimizi”,  üzerine kezzab dökülmüşçesine eriten düşman projeleridir…
    İşte, istikbâlimizi taşıyacak, ona hâkim olacak ve devamlılığımızın te’mînâtı olacak bir gençlik:
  Evvelemirde: Bizim insanlık târîhi boyunca uhdemizde bulunan misyon ve “kıymet hükümlerimizin” ne olduğunu çok iyi bilmek zorundadır...
    Sâniyen: Yukarıda zikri muharrer ve düşmanlarımızın içimize sokduğu ve “kıymet hükümlerimizi” kezzap gibi eriterek bizi millet olarak “şahsiyet müflisi” yapacak olan ideoloji, doktrin, cereyân ve felsefi sapıklıkların neler olduğunu, mes’ûliyyet içindeki gençliğimiz çok iyi görmelidir…
    Sâlisen: Gençliğimiz, “târih muhâsebesi” dediğimiz haslete sâhib kılınmalı ve bunu da en geniş ve derin bir şekliyle nefsinde icrâ eder hâle getirilmelidir. Târihin şehâdetiyle gelen “kıymet hükümlerimiz” bizi biz yapan yegâne vasıflarımız ve husûsiyyetlerimizdir. Bunlar var olduğu müddetçe bizim varlığımızdan bahsedilebilir… Bunlar, bizim olmazsa olmazlarımızdır…
    Fakat yahûdî-haçlı şebekelerle onların içimizdeki işbirlikçileri, zamanın geçmesi, zamanın tegayyürü ve ilerlemesi ile bu kıymet hükümlerimizin de değişmesi icâbetdiği propagandası gibi en yıkıcı ve yok edici bir usûl ile hücumlarına devâm etmektedirler. Teknik imkânların dışında, bu milletin “değişim, dönüşüm, dömelişim, açılım, saçılım, sapıtışım ve bilmem ne!” gibi uydurmalarla, îmân, amel, ahlâk, şahsiyet ve asliyetinden zerre fedâ etmesi, intihârı göze almakdan başka aslâ bir ma’nâ da  ortaya koyamaz…
     Ehemmiyetine binâen tekrâr ederiz ki, teknik imkân ve i’cadların dışında, târih içinde binbir hasâsiyyet ve incelik ve çile ile yoğurulan ve hiçbir milletin aslâ ru’yâsında bile göremiyeceği kadar mutlak hakîkat ve kıymet hükümlerimizden zerre miktarı bir (isrâf ve aşınma), bizim intihârımızdan başka aslâ bir netîce vermez ve vermiyecekdir…
     Târihimizdeki büyük sultanların, ulemâ ve meşâyihin, velî ve ma’nâ erlerinin, alperen ve mücâhidlerin “kıymet hükümleri” ne ise, bunlar, mukaddes ve aslâ vazgeçemiyeceğimiz “kıymet hükümlerimiz” olarak bilinmelidir… Bunlara bütün mevcûdiyyetimizle bağlanmadan, kendimizi bulmaya ve hayâtiyyetimizi idâmeye imkân ve ihtimâl kat’iyyen mevcûd değildir…
    Binâenaleyh, gençliğin birinci vazifesi, “aşşağılık hisleri” içindeki ve “âslını inkâr” iptizâli çukurundaki köksüzlerin istikâmetinden mutlak olarak ve her ne pahasına olursa olsun ayrılmak; ve bizi biz yapan ve târîhin şehâdet etdiği yüzde yüz bize âid bulunan ve başda ALLÂH Rasûlü Aleyhisselâm’ın tebliğ buyurduğu topyekûn  “kıymet hükümlerimizi” bilmek ve onların muhâfazasını, varlığımızın mücerred en ana unsur ve sebebi olarak görmekdir… Bu değerlerimizi, dış mihrakların parmaklarında oynatılıp kullandırılmayı kendine varlık sebebi yaparak bizi de kemirme ve aşındırma peşindeki iç münâfık sürülerini de, son derece iyi teşhis etmek zarûreti vardır… Bunu, onların yaldızlı ve iblisçe ortaya atdıkları gözkülleme ve madrabazlıklara aslâ kanmadan sürdürmek ne kadar vazgeçilemez bir esas ise; i’câbeden tedbirleri alarak ilerlememiz de, o nisbetde zarûrî bir vazîfemiz bilinmelidir… 

2 Eylül 2009 Çarşamba

(1) EY, BÜYÜK DOĞUNUN MÜSLÜMAN OĞUZ GENÇLİĞİ!



Gençlik, bir milletin istikbâli demek olduğuna göre, ona en iyi yetişme imkânı veremeyen milletler, kendilerini yaşıyor zannetseler de, artık o milletin ayakda kalabilmesi mümkin görülemez… İslâm Târîhi’ne bakılacak olursa, müslümanlar, gençliğe ne zaman ki i’câbeden ehemmiyeti vermişler, o zaman ve devirlerde en saltanatlı ve satvetli i’tilâ günlerini yaşamışlardır… Bu cümleden olarak, bizim târîhimizde nice genç yaşda devletin başına geçen şahsiyetlere bu yolu açan, onların ehliyet iktisâbına bâdî olan mükemmel (yetiştirilmeleri) bilinmelidir… Meselâ, Cennetmekân Fâtih Sultan Mehemmed Hân Aleyhirrahmeti Ve’l-ğufran Hazretlerinin 15 yaşında devletin başına DEVLET REİSİ OLARAK GEÇMESİ, kuru ve boş bir geleneğin icâbı olarak görülemez… O Murad Hân oğlu Mehemmed Hân, insanı insan yapan mutlak nizâmın, hâkikatdan ibâret hayat tarzı içinde yetişdirildiği içündür ki, bugünkilerin hayâlinin bile varamayacağı bir îmân, akıl, tecrübe, ilim, zekâvet, dirâyet, şahsiyet ve mükemmeliyyet âbidesinden başka bir remz ifâdesi ortaya koymamışdır…
İnsanlığın nefret kutbunu temsil eden vahşî 20. Asır diktatörleri ise, O’nun sâhib olduğu bütün bu meziyetlere tersden ve zıdd-ı kâmil derekesinde mâlik, fir’avn mâdeninde bir zorbalık ve küfür timsâlleri…
Tepeler böyle de, ya etekler?..
Onlar da, emânet aldıkları soy ve kök mahrûmiyyetinin bütün genlerini, emânet edenlerine tam muvâfık olmak şartıyla: Cinâyet, şehvet, servet ve dalâlet oyuncakları… Bugün ise 15 yaşında değil de, üç yaş daha ileride (18 rüşt yaşında) olduğu halde; ve Atamız Fâtih Hân kadar yani 6 lisan bilen, zâdegân, diplomalı, eşşek hürriyetine anırasıya sâhib ve üstelik de “çağdaş!” gençlere bakınız!. Şehvet kısrağı olarak aylarca kullandığı rejim kurbanı ve yine şehvet azmanı o dişisini, testere ile keserek çöp bidonuna atacak kadar aşşağılık ve bel hum edâll, çukur içi çukurda bir cânî…
Bal ile (yetiştirmenin) zaman ve mekânı dün, insanlıkda nasıl zirve yapıyorduysa; baldıran zehirleri ile (yetiştirmenin) zaman ve mekânı olan bugün ise, bütün bunların zırva ve çukurunun çukuru inşâ edilmekde…
“Ey, Türk gençliği!” derken, hangi keyfiyet, hangi keyfiyeti yıkmak ve hangi keyfiyeti inşâ etmek için hedef gösterilmişdir?.. Bunun muhâsebesi yapılmadan, ezberleri papağanca ve kurbağaca ile tekrar etmenin netîcesi, işte bugün dünyânın da gözleri önünde ve agorada sergide… Ne göz ucu ve takdirle bir bakan, ne bir tek müşteri ve ne de bir tek yiyen!.
Dünyâ yehudisi; ve onun, üzerine 2000 senedir eşşek gibi bindiği haçlı dünyâsı, fevkal’âde memnûn ve müteşekkirdir…
“-El müstenidu bi tevfîkâti’r-Rabbâniyyeti
Melikü’d-Devleti’l-Osmâniyye…”
İbâresini Devlet armasında taşıyan o Devlet-i Ebedmüddet, yahudinin eli, plânları ve haçlıdan müdevver adamları ile, bundan mahrum bırakılmak üzere 1908 darbesiyle sû-i kasda uğramışdır… Böylece de, (gençliğin yetiştirilme) kaynağı, zirveden zırvaya istikâmet değiştirmek mecbûriyyetine sokulmuş oldu… Hem de en zorba ve insanlık dışı usûllerle… “Laik, lâyık, dembokratik, soslu-yal ve guguk!” nakârâtına dönerek günden güne bataklık ufûneti gibi salaklaşdıran nusûs-ı cumhûriyyeyi, bu gün öz mü’minleri, cumhurlobiyye ve ergenekonya hâline inkılâb etdirerek, iğrenç bir istismâr peşinde…
Merhûm Üstad Necib Fâzıl Bey de:
“-GENÇLİK.. GENÇLİK.. BİR GENÇLİK!”
Diye diye, bir ömür boyu inledi ve bunun çilesini çekdi. Yukarıda zikretdiğimiz gibi, gençlik, istikbâl demekdi; ve ancak, mâzî ve hâli, en iyi şekliyle yaşayan ve yaşatan olması hâlinde bir ma’nâ ifâde ederdi… Gençlik, millet hayâtında öyle bir manivelâ noktasıdır ki, millet içün (ya hayât, ya memât) istikâmeti buradan başlar…
Gençlik ve yepyeni bir NESİL içün, ömrünü zından ve çilelerden ibâret kılan Merhûm Üstâd, bir konferansında hakîkât bestesini şu makam ve notalarla dinletir:
“-…Yobazlık, dîni, kendi nefsâniyyetine indirmek demekse, evvelâ içimizden bunu tasfiye etmeye ve yepyeni bir NESİL meydana getirmeye mecburuz. Ben kendim de dâhil, ihtiyarlarda iş görmüyorum…” (DİKKAT: Merhûm Üstad’daki ufka ve mükemmeliyyet aşkına bir bakınız ki, “kendim de dâhil” diyecek kadar hâlis ve pırılpırıldır; ve münekkidi ve muhâsımı geçinen bugünün işporta piyasasındaki beleşçi ve hormonluların, hayâl bankalarıyla bile yetişemiyeceği bir irtifâ kaydeder…)
Üstad Merhûm devamla buyururlar:
“….Evet bir YENİ NESLE muhtâcız. Yontulmuş… (Fidyas)ın elinden çıkan heykeller gibi… İşi, bütün asliyetiyle, saffetiyle bilen, gören, duyan, anlayan bir nesil… İslâm’da pörsümeyen yeniyi, solmayan rengi, geçmeyen anı, hepsini gören ve onun ahengi içinde yuvarlanan bir YENİ NESİL… Ona çalışıyoruz ve inşaAllah muvaffak olma yolundayız… Bir gün o büyük zât, çarşıdan geçerken, dükkâncının biri koşmuş, ellerine sarılmış ve kendisine demiş ki:
“-Dua ediniz efendim, Mu…… ümmeti kurtulsun!”
O da dönmüş ve demiş ki:
“-Sen bana Mu….. ümmetini göster, ben sana aynen kurtulmuş olduğunu haber vereyim. Nerede o?”
“Bu işi marka müslümanı olmakdan çıkaracağız! Konserve kutuları gibi… Kadınların ötesini berisini koyduğu, boş kutular hâlindeyiz. Yaldızlarımız dökülmüş, boyalarımız üstünde okunaksız bir isim var: Müslüman…”
“Böyle Müslümanlık olmaz ve Müslümanlık böyle kaldıkça Allah’dan yardım umulmaz!.. Evet, bir YENİ NESİL… Bu neslin meydana geldiğini Allâh bana gösteriyor. Hatta büyük kudretiyle, daha evvel, ümmidimi bende kapamış bulunurken gösteriyor. Onun için yeni doğmuş bir adam gibi hissediyorum kendimi… Ve bu enerjim ondan ileri geliyor. Biz biliyoruz ki, sonların sonu bizimdir!.. İSTİKBALLERİN İSTİKBÂLİ bizimdir!. Çünki artdığını zannetdiğimiz küfür, (tükenmez pekmezi) tarzında, sulana sulana büyürken, biz pekleşe pekleşe büyüyoruz… Bu bakımdan hiç şübhe etmiyorum ki, istikbâl bizimdir!.. Elverir ki ……. bütün yılgınlık tavrımızı bırakarak şahlanmayı; ve “ben bu memleketin ve târihin sâhibiyim ve onun koruyucusuyum!” demeyi bilelim…”
Üstad Merhûmun şu ifadelendirişi, içinde nice hakîkat, prensib ve formülleri taşıyor ki, bir ömür boyu çekdiği çile ve zından hayâtının çerçevesinden ibaret olan şu ma’na, bize misâlimizi nereden ve kimlerden alacağımızın en som ve nihâî emrini de vermektedir…
Gençliğin bir milletde istikbâli meydana getirdiği, yalınız İslâm Milletinde değil, bütün milletlerde de kabûl edilen bir vâkıadır. Bu i’tibarladır ki, biribirini ifnâ etmek isteyen milletler, hasımlarının gençliğini zehirlemeyi büyük bir harb taktiği ve tekniği olarak da, târih boyunca en mühim bir silâh olarak kullanmışlardır…
Bütün dünyâ insanlığını, kendi tanrıları olan “Yahve’nin” onlara köle olarak yaratdığı inancına sâhib olan yehûdîler, bütün dünya gençliğini müthiş ifsâda çalışırlar… Bunu, “yahudi protokollarına” bakılırsa apaçık görmek son derece kolay ve üstelik de dehşet vericidir… El atdıkları îmânî, dînî, siyâsî, iktisâdî, ictimâî, hukûkî ve askerî, her sâhada bilhassa gençliği soy ve kökünden uzaklaştırarak tam bir mankurt hâline getirmek üzere çalışanlar, artık iğrenç yüzlerini saklayamaz olmuşlardır. Gençliğin büyük bir kısmı bugün seks manyağı ve iman pörsüğü bir paçavra ve kadavra hâline getirilmişse, bunun yüz senelik mes’ulleri elbetde artık besbellidir; ve bunlar, mutlaka hesab da vereceklerdir…
Evet, tam yüz senedir, Anadolu insanını gençliğinden kavrayarak istikbâli meflûc bir yatalak hâline getirmenin plânları, bu memleketde yehudi eliyle ve onun beslemeleri ma’rifetiyle yürütülmüşdür… Nutuklar atılarak binlerce kere söylenib yazılsa da, öylesine çürük ve geberten bir hayat tarzı bu memlekete dayatılmışdır ki, ne emânet ederseniz ediniz; ve hangi birinci vazifen şudur diye esip gürlerseniz gürleyiniz, kalbinden İslâm ve ONUN ALLÂH KORKUSU alınan bir gençlik, (emânetin) ve (vazifenin) ne olduğunu bilemez ki, senin emânetini ve verdiğin vazîfeyi ilelebed muhâfaza etsin, müdâfaa edebilsin!.
Bırakınız ilelebedi, 80 sene içinde döküp saçarak, ortalığı terör belâsına kapdırdı…
Terörü devlet eliyle, askeri üniformalar içinde infilak etdiren bir manzaradan başkasını ortaya koyamadı…
80 yıl evvelin haçlı sürüleriyle boğazına çökülen millete, o sürülerin (AB)si içine girmekden başka çâre bırakılmayan, kahredici bir manzara…
Akla zarar bir “devrim masalı” ve rûha kezzab döken bir “medeniyyet” cinneti…
80 yıl sonra, mâdem onlardan ve onlarla olmak içün yepyeni, sun’î ve hormonlu bir millet olmanın aşkıyla kavrulunacakdı, dün neden (istiklâl senaryolarıyla) yola çıkıldı!?..
Bu müthiş senaryoyu deşifre edecek bir gençlik… Bir gençlik.. Bir gençlik… ÖZÜNÜ bilen, ona dönen, onsuz olamaz BİR GENÇLİK…
Bi avnihî Teâlâ bundan sonra, madde madde ele alarak, neleri, nasıl îmânının bir cüz’ü yapmaya mecbûr bir gençlik görmeliyiz; ve hedefine kilitlenmiş olmanın hatlarını bilen ve bütün bunların bilek ve yumruk sportmenliğiyle şuur tebliğcisi BİR GENÇLİĞİ nasıl yoğurmalıyız, sıra bunda…
Rûh köküyle beden özünü meczeden, insanlık târihinin hasret kaldığı gençlik…

17 Temmuz 2009 Cuma

(2) BÜYÜK MÜRŞİD-İ KÂMİL ŞEYH AHMED ZIYÂÜDDÎN GÜMÜŞHÂNEVÎ (KADDESALLÂHU SIRRÂHU’L-ÂLÎ) HAZRETLERİNİ, ÂHIRET-İ DÂR-I NAÎM’E RIHLETLERİNİN 116. SENE-İ DEVRİYELERİNDE RAHMET, MİNNET, HASRET VE İHTİRÂMÂTIMIZLA YÂDEDERKEN…


İÇ VE DIŞ KÜFFÂR VE MASONLARA KARŞI DİRENİŞLERİ

Gavsü’l-Vâsılîn Hazret-i ŞEYH, bir evvelki makâlemizde arzetdiğimiz gibi Allâh nizâmı İslâmiyyet’i, tecezzî kabûl etmeyen mutlak bir bütünlük içinde tebliğ etmişler; ve bütün hayâta nakşetmenin azîm ve tatbîkiyle de irşâd buyurmuşlardır. Zikri muharrer muhalled eserlerinde (s.144) dünya müşrik ve kâfirlerinin, topyekûn kapitalist, sosyalist, faşist ve liberalist ekonomilerini de, dünyâ çapındaki ŞU BİR TEK ibâreleriyle reddedib yerin dibine geçirivermişlerdir:
“-KÂFİRLERİN VERGİLERİNİ İYİ GÖREN KÂFİRDİR…”
Dünyâ Allâh’sızlığının “ekonomi” diyerek beşer içün en baş ve en ehem gördüğü bir nizâmın, yegâne ve mutlak ADÂLET mertebesiyle ancak Allâh’ın Dîninde olabileceği, en köşeli, net ve berrak ifâde ile, sâdece böyle dile getirilebilir…
Hazret-i Şeyhin, Dünyâ şeytanlarına uşak olma yolundaki “Tanzîmatçı” satılmış köksüzlerle nasıl kıyasıya mücâhede ve mücâdele buyurduklarını da, burada kaydetmeden geçemeyiz…
Tanzîmatçı mason şeytanların başında bulunan ve o günden zamânımıza kadar da, haçlı zangoçlardan kolonlama ile peydahlananlar dilinde “Büyük Mustafa Reşid Paşa” denilen “meşhûr aşşağılık mason”, İstinye’deki yalısında, yakın akıl hocası ve kendisi gibi iri bir mason olan İng. elçisi Lord Stratford Canning ile (16 Ağustos 1838)’de Osmanlı-İngiliz ticâret andlaşmasını imzâlar…
Haçlı Avrupa devletlerinin ötekileriyle de aynı cinsden andlaşmalar yapan Tanzîmatçı mason işbirlikçiler, böylece, İslâm milletini fiilen haçlı sürülerinin siyâsî ve iktisâdî vesâyet ve hâkimiyyeti altına sokma devrini başlatmışlardır. Bu menhûs ve meş’ûm andlaşmalarla, Haçlı sürüleri, Osmanlı (dâr’ü-l İslâm’ını), kendilerine açılan bir Pazar olarak hiçbir tahdîde uğramadan istedikleri gibi kullanabileceklerdi!..
Tanzîmatçı mason ve haçlı uşşağı hâinleri kendi ajanları gibi kullanan Ehl-i Salîb, kataküllilerle:
1.    Hiçbir vergi ile karşılaşmadan, bütün mallarını Memâlik-i Osmâniyye’ye sokacaklar;
2.    Ucuz ve kelepir mallar böylece haçlı depolarında çürümekden kurtularak memleketimize taşınacak;
3.    Ecnebî sermâye hiçbir tahdîd görmeden topraklarımıza girecek; ve,
4.    Ecnebî banka ve borsalar da, içimize yerleşerek vantuzlarını taa ciğerlerimize kadar rahatça geçirebileceklerdi…

İSLÂMİYYET’İ TARTIŞMAYA AÇMAK, ONU ADEME MAHKÛM ETMEK ÜZERE SULANDIRMAKDIR…

1991’de Müteveffâ Özal:
 “- Allâh’ın varlığı ve birliği hâric herşey tartışılabilir!”
 Hezeyânını savurarak televizyonlardan bütün cihâna karşı yapdığı şeytânî konuşmayla, en mukaddes kıymet ve varlıklarımızı bile “tartışma” belâsına açdı…
Böylelikle de memleketi çamur deryâsına çevirib, âile efrâdı olacaklardan Kösemrâ’sının, “Kâbe’ye de giderim, rakımı da çekerim!” meyhâne ağzıyla; ve kızı olacakların da davulcu-dümbelekçilerle dolaşmasına müsaade ederek millete yalamalık şırınga etdi… Bunlar gibi nice haltlarına rağmen de, kendisini Gümüşhânevî Dergehi’ne ve dolayısıyla Hazret-i Şeyhe nisbet edecek kadar mes’ûliyyetsiz ve  çarpılmakdan korkmayıb herşeyi istismâr eden toprağı bol olası Özal ve benzeri politika cambazları, “üç koyup beş alacağız!” diyerek saftirik ve garîbân cemaatlerin gözünü nasıl küllemişlerse; taaa o tanzîmât zamanlarında da, devrinin münevverânından geçinen Midhat ve N.Kemâl misillü masonlar, “bir koyup üç alacağız!” üçkağıtçılığıyla, bu yeni memleketimize giren haçlı borsalarında, iğrenç cambazlıklara ve oyunbazlıklara başlamışlardı…
 Ismarlama yazı ve kemalist isrâiliyyât ile ense ve para küplerine nâil kılınan cumhurlob târihçisi yanaşma ve bel’amlar, adı geçen eşkıyâların bu taraflarını hiç ruznâmeye getirmez ve onları dâimâ böyyükbaş devlet ve vatan adamları olarak yutdururlar…

HAKK VE HAKÎKATLAR, SİPÂRİŞ TÂRİHLERLE ORTADAN KALDIRILAMADI…

2000 yılındaki borsacı siyâset bezirgânlarının, iblis tarîkatı ve mason locası silsile zincirleri, bu tanzîmatçı hâinlerle başlar… Bugünün “bağımsızlık, çağdaşlık, soslu-yal, dembokrasi, kamalo-laiko, orgenerakon-Fettokülli, harmanlop-cumhurlop v.s.” diye yırtınan nevzuhurları ise, bu borsacı bezirgânları “kurtarıcı” bilmek ve izlerini ta’kîb etmek gibi bir DÜŞÜKLÜĞÜ, alınlarının ortasında bir şeref madalyası gibi taşımaktadırlar!… Ve fakat bütün bunları, hâlâ daha îmân ve fikir nâmusları noktasından kendilerini ileri ve (iyi müslüman) gören ehâli-i etrâkın; ve bilhassa, cehâletleri (diploma ve rütbe-makam ve mansıblarla) müseccel % 90’lık zâdegân tabakasının, görmüş olmalarına ve dahî nevm-i gafletden de uyanmış bulunmalarına ihtimâl verilemez!…
Ankara Çankaya’sı sofralarına da’vet edilerek yedirilib içirilen ve kendilerine, zamanın en böyyük devletlisi tarafından:
“-Osmanlı’nın İslâm hukûku ile hükmeden bir devlet olmadığı ve laik bir devlet olduğu!”
Yolunda kitab ve neşriyâtda bulunmaları emri ve bu yolda sipârişler (ısmarlamalar) verilen Prasasör takımından Ömer Lütfi Barkan ve Fuad Köprülü gibi nicelerinin, târihçilik nâmusları(?), bugün bir başka profesör tarafından televizyonlarla bütün cihâna duyurulur hâle gelmişdir!… (Meselâ K5, 9.7.09 perş. öğle üzeri gibi..)
 Devr-i Dilârâ-yı Cumhurlobiyyenin, “târih ısmarlamaları devri!” olarak da cihân târihine geçeceği; ve adını da oralara “altın harflerle!” yazdıracağı muhakkak gibidir!. Ve hele, evlâd-ı cins-i lâtîfden ve beşik âlime-i meşhûresinden prof. Âfet İnan ablamız gibi nice târihçilerin ve ma’nevî evlâtların iç yüzleri, târihçi Süleyman Yeşilyurt’un “ATA’nın Hayâtındaki 19 Kadın” nâmındaki kitabına ve sâir kitablarına da bir nazar atfedilirse, bunun, azîm ve cesîm fâidelerinin der’akab görüleceği, izahdan vâreste bilinmelidir!…
Böylece, “karı-kız-dul-evli-bekâr-kadın-hayat kadını ve avrat hakları!” deyû oralarını yırtan ve hicâbları yırtılıb parçalanan “Türk kadınlarının, yüzü gün yüzü görsün!” deyû dahî tepinen, cumhurlopçu, kamalist, halkçı ve andıçsallamacı “aydınlanmanın!” hangi mikyaslarda seyretdiği de, bir ölçüde ve bir başka zâviyeden anlaşılabilecekdir sanırız… Ancak bu hakîkatların ve daha açılmayan nice hatırât ve zabıtların karşısında, aslâ yüzü kızarmayan gergedan derili “çağdaş-müşrik-laik-masonik-psişik” bir güruh-ı lâyüflihûnun, hâlâ millet boynunda keneler gibi yapışık yaşadığını da akl ü fikr etmek şartdır…
Bütün bu kısa da olsa târihî seyre bakılacak olursa, mukaddes ve muazzez dînimiz İslâmiyyet’in, nice bâdirelere ma’rûz bırakıldığı dehşetle görülecekdir… Ancak âkıbet, Azîzün Züntikâm olan Allâh Azze ve Celle’nin “gâlibun” kelimesiyle ifâdesini bulan bir netîceden başkasını ortaya koymamış; ve  mutlak ma’nâda da muhalleden başka bir şey ortaya koymayacakdır… Hiçbir imparator, kral, şef, fir’avn, nemrut, çar ve çariçenin, başkan, kıçkan, papatya veya (först leydi) denen bir kısrağın emri değil, mutlak ma’nâda ve ebediyyen, Yaradan’ın “emri gâlib” olmuş ve olacakdır, o kadar…

DERGÂH İSTİSMÂRCILARI…

Dergâh istismârcılarının encâmı da, hep müteveffâ Özal gibilerin encâmı gibi feci’ olmuş ve olmaya da devâm etmektedir…
Kendilerini Hazret-i Şeyhin yolunda gösterenlerin bir kısmı da, (dembokratik-laik-müşrik, sosyal (soslu-yal) ve guguk-buruk) hurda sistemlerin haçlıdan müdevver necis politikalarına öylesine batmış ve bulanmışlardır ki, Hazret-i Şeyhin “günümüzün en büyük ibâdeti” buyurduğu Kur’ânî (cihâdı) dahî, “sandık cihâdı” hezeyânını uydurarak, düzmece düzenlerin dembokrasyası hesâbına silip süpürmüşlerdir…
Ayrıca, Mukaddes İslâm târîhine, en büyük haçlı hakâretlerini gölgede bırakacak şekilde:
“-Bu seçim İstanbul’un fethinden daha mühimdir!”
Diye zırva üstüne zırvalarla yüklenib saçmaladılar; ve hadîse mâsadak atalarımızı dembokrasi kumarı uğrunda tahfîf ve tahkîr etmekden hayâ etmediler…
Ve 2008’deki tâğûtî son parlamento seçimi içün de:
“-Bu seçim, Çanakkale harbinden daha mühimdir!”
Yollu sayıklamalar ve acem palavraları içine bile girerek, aynı yüzbinlerce şühedâ ve gâzîmizi, yine aynı şekilde dembokrasi kumarı hasâbına mülevvesce tahfîf ve tahkîr etdiler…
Daha daha geri zamanlardaki bazı “dembokrasi şöleni” denilen modern câhiliyye seçimleri ile de, teşkîl edecekleri kadîm yunan usûlü parlementolarına, “dembokrasinin kâbesi!” ismini takan nevzuhur yerli müşriklerle aynı istikâmetlere yönelib, oralarda aynı and içmelerle makâm ve mevki kapışma yarışlarına girdiler; ve bunun içün de, kelle avcılıklarını şöyle şeytanlaşmalarla sürdürdüler:
“-Bu seçim, müslümanın sayımı olacakdır!”
Daha nice hezeyanlar ve küfr ü dalâlet höykürüşleri… Hatta dembokrasinin dîn ve dindâr istismârlı çamur piyasasına, kendilerine rey vermiyenlere “patates dîni!” mensûbu olmak gibi ancak tımarhâne duvarlarına yazılıb çizilebilecek terkibler bile sürülüp sıvanabilmişdir…


HAZRET-İ ŞEYHİN ÇİZGİSİNDE ŞİÎ YALAKALIĞI, İĞRENÇ BİR CÜRÜMDÜR…

En son ma’rifetleri de, yehûdî-haçlı kefereleriyle gûyâ boğuşmak adına, bir ayakları çukurda ve yürüyecek mecâlleri bile olmadığı halde, târîh boyunca ehl-i îmânın başbelâsı o acemistan şiî ahundlarıyla cilveleşmek… Onların ayaklarına düşüp medet istemek(!) ve İslâmiyyet’in iç kanseri o ahundlarla, haçlıların, sidik yarışını başlatmak… Ve böylece de, târîhî pek büyük “aero-dinamik fonksiyon!!!” icrâ edivermiş olmak!… Hattâ dîn ü îmân ve dünyâdan habersiz ve hipnotize edilmiş zavallı taraftarların gözünde de, “mücâhid” rolleriyle politika akrobasileri ve perendeleri atıverir olmak!!!.
Toprağı bol olasıca Müteveffâ Humeyni ise, hayatdayken, bu adamları Müslüman bile kabûl etmeyerek İran ziyâretlerini geri çevirmişdi!.
 İ’tikâdî mezhebleri (imâmiyye) ve amelî mezhebleri (Ca’feriyye) olan Acemistan Şiilerinin meşhûr akâid kânunlarına göre, zâten hiçbir sünnî (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) mezhebi mensûbu Müslüman, aslâ Müslüman bile kabûl edilmez; o ancak îmânsız bir “yezîdîdir…” 6 Îmân şartlarının en başda gelenlerinden biri olan “takiyye” icâbı, bu fırka-yı dâlle, daha yüzlerce akâid mes’elesinde Müslümanlarla tam bir mübâyenet ve teârüz hâlinde olub, bunları da meydana koymaz, saklarlar… Zîrâ İslâmiyyet’e âid hakk bir i’tikâda sâhib olmadıklarını, tam 15 asırdır saklamak mecbûriyyeti altında yaşamaktadırlar!. 15 asırdır bu suçluluğu üzerlerinden atamamışlar; ve tashîh-i îmân etmezlerse, kıyâmete kadar da atamıyacaklardır…
 İşte (takıyye) denilen, bu olduğundan başka görünmenin (çifte standartlı) kataküllisinin temelinde de, bu suçluluk psikozu, ana sâik olarak yatmaktadır…
Hatta 10 Muharrem’lerde meydanlara dökülen İstanbul’daki bazı Ca’ferî ahuntları:
“-Dînimiz, kitâbımız, peygamberimiz, kıblemiz, ehl-i beyt sevgimiz ve daha yüzlerce mes’elemiz birken, neden ayrı gayrıyız!”
Yollu mavallarla da, sûret-i hakkdan görünüb, mezheblerinin propagandasını yapıb gözboyamayı iyi becerirler. Hatta, bazı müfsid heriflerin televizyon ekranlarına kadar da çıkarılıb, orada burada cayırtı ve meşhûr “acem palavrası” koparır dururlar ki, hem suçlu hem güçlü rolleriyle biraz rûhî rahat ve ferâha kavuşalar!..

HELE BİR DE DERGÂH HAKÎKATI ILIMLILAŞTIRILIR VE MODERNİTEYE UYDURULURSA, KERÂMETDEN GEÇDİK, MU’CİZELER SEBİL VE KELEPİRDİR!

Temmuzun ikinci haftasında da “Müslüman Âlimler Birliği” Başkanı olarak Dünyâ fitne adası Britanya krâliyyetinin beslediği ve i’tikâdî dalâletleriyle de meşhûr Mısır’lı Karadâvî denen adam ve avenesiyle, Beykoz’daki Hidiv Kasrında ziyâfetler tüttürüldü!. Kitâbullâh’ın “yiyin-için” emrine, pek candan hudû’ ve huşû içre ittibâ’ edüb yenildi ve içildi!. Ancak, “Allâh müsrifleri sevmez!” meâlindeki âyetin derin ma’nâlarına, Kitâbullâh’ın “namaza yaklaşmayın!” cümlesine sarılan bektâşî gibi sıra geldi mi bilemiyoruz!.  Bir yandan da hidivvârî kasırda damak tadının zevkine ve dahî “şükrüne!” varılırken; belki de Uygur tenkîli=soykırımı içün de, o bir nice yufka ve fukara yürekler, ıstırab ve sancı ile burkulub, lokmalar boğazlarında kalıvermişdir!…
Ancak intâk-ı hakk kabilinden de olsa, çok güzel bir i’tiraf da patlatıldı ki, ziyâfet-i hâcegânın, not etmeğe değer cinsten bir kelâm-ı kibârı veya kerâmet-i hükûmât-ı ellidördü sayılsa sezâdır:
“-Biz konuşup duruyoruz, İsrâil de kahvesini içip gülüp geçiyor.” (9.7.09 M.Gaz.)
Doğrusu bu kerâmet çapındaki hassâsiyetler ve ihlâs karşısında, Saddam füzeleriyle ödleri bilmem nelerine karışan yehûdîlere karşı gözleri tüllenen Pensilvanyalı kardinâlos hoşfendilos gibi  insanın gözleri tülleniveriyor!…
Bundan bir gün evvel de, katolik kilisesinden müdevver belediye evlilik kaydı muâmelesi içün bir merâsime iştirâk edilmişdir… Ve fakat oradaki vecîze, tam da akâid kitablarının “peygamberlere îmân, mu’cize ve kerâmet” bablarına yeni bir ictihâd olarak geçecek ve üzerinde doktora çalışması yapılacak cinsden:
“-Âile bir mu’cizedir…”
Sıkıysa, elleri bağlayıb hafif bel kırarak:
“-Kerâmet buyurdunuz pek muhterem Hocam, yani şey, en doğrusu mu’cize doğurdunuz efendim!”
Denmesin de, bir hık mık edilsin!.. Veya:
“-Akâid i’tibâriyle mu’cize, peygamberân-ı izâm Hazerâtına mücerred Allâh Azze ve Celle tarafından verilen fevkal’âde ve fevkal’beşer hâl ve fiillerdir; şimdi moda olan ve câhil cühelâ herkesin diline düşen sulandırılmış şekliyle senin mu’cize ıstılâh-ı şer’iyyesini televizyon sürtükleri ve sokak zibidileri gibi mevkiinin çok dışında ve medya modasına ittibâen isti’mâl buyurmana da aslâ iştirâk edilmez; ve buna, ta’bîr-i âmiyânesiyle acem palavrası cinsinden sıkmak veya ispenç cinsi  gıdaklamak denir!”
Deniversin!…
Bu tür ızhâr-ı hakk edeni, mürîdânın nazarları ve böyyüklerin teveccühleri, bir lâhzada yere geçirir veya tabahhur etdirir; ve belki de, nice merâtibi ve  seyr-i sülûk-ı rûhânîyi, kasrın temellerine doğru üçer beşer basamak birden katetdiriverir!.
Bütün bunlar, ve daha yüzlercesi, ılımlılaştırılan ve moderniteye adapte edilen protestanlaştırılmış (dergâh) estantaneleri…
Bunları ve yüzlerce benzerini, echel-i cühelâdan ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat dışında olmadan kim yer?.
 Lâkin müridân-ı tirîdân, aganigi naganigi niyetiyle kırk senedir “şapır şupur Yarabbi şükür!” deyip kemâl-i âfiyetle hapır hupur mideye indiriyor… Yol alınan mesâfe ise bir arpa boyu olub; köşe taşlarını da, bol pırtılı modernite belâsı, reformist puştları koltuklama, dergâh ahlâkını “değişim ve dönüşüme” uğratma gibi kilometre taşları teşkîl ediyor… Böylece, zavallı gençler ve ehâli de, bu kabil kılavuzların peşinde burunlarının hassâsiyyetini iyice kâib ediyor; ve  yalakalaşmayı ta’lîm ederek  yalamalaşma istikâmetinde çok büyük mesâfeler kat’edivermiş oluyor……
İleride inşâAllâh daha geniş sırası gelecekse de, şu kadarını hemân arzederiz ki, Merhûm Hazret-i Mürşidin tırnak ucu kadar çizgisinde olan kim olursa olsun, O’nun Câmiu’l-Usûl nâm muhalled eserinde zikredilen, Nakşibendiyye’nin 12 esasını ve 10 şartını herhalde öğrenmelidir… Gerek esasların ve gerekse şartların birinci maddesi orada:
“-Pürüzsüz ve sahîh bir ehl-i sünnet i’tikâdına sâhib olmak!”
Olarak beyân buyurulmaktadır…
Bugün hangi siyâsî, iktisâdî, ictimâî ve hukûkî hâdise, böyle bir terâzide tartılıb hükme bağlanıyor?. Buna “binde bir!” diyen çıkabilir mi?
Devlet ve dünyâda, işkembe şişirmelerle kız-oğlanın balayı pişirmelerinde ve piyasa itişmelerinde modernitenin dîni dembokrasi yaşatılmıyor mu?… Ammâ velâkin ayran köpürtme zamanlarında ise, Kur’an ziyâfetli yurt turları, sosyetik umre turizmi, Cuma namazlı zühd ü takvâ esanslı “ Hocam-Sultânım çok yaşa!” seansları, Mısırlı hâfız bilmem kim Abdüllâtif’in lâtif ve sünbülî sesiyle 12 makâmdan Kur’ân ziyâfetleri, vâlidânımın vefat sene-i devriyelerinde âlâ-yı vâlâ ile hatimler ve tadarru’ ve niyazlar, zâdegân konaklarında Ramazan ziyâfetleri, âşûrâ helvaları, kandil simit ve çörekleri, bayram el ve etek öptürmeleri v.s…
Müslümanın hürriyet meselesiymiş, yok müslümanın dîni yasakmış, yok nice evlâd-ı vatan zındanlardaymış, yok dâr-ı müslimîn işgâldeymiş… Ruznâmeye bunların binde birini alan kim?.
Duyduğumuz sâdece şu höykürüşler:
“- Yüksek politikanın anlamaz yobazları!. Patates dinliler… Ayağımızın bukağıları… Bunlar bizden değil, yazdırmayın! Yazdıklarını okumayın! Aforoz edin! Bunlar  ehl-i ısyân ve tuğyân! Yahudi askerleri…”
Öyle ya, “Cennet vatanda” mürîdân-ı tirîdânın hayır duâlarına müstağrak olarak cennet-i a’lâya pupa-yelken yol almak dururken, biz bunları kimin külâh-ı felâhına anlatacağız?..
Bir yanda Hazret-i Şeyh ve O’nun Şeriat ve tarîkatı, mukaddes ve muazzez îmân öfkesi, 93 harbine ta pâyitahtdan kalkıb Batum’a kadar süvâri kıtası kumandanı olarak ve şehâdetle burun buruna gelecekleyin nice yaralar almaya kadar cihâd aşkı… Öte yanda, “değişim ve dönüşümlerle” moderniteye teslim dembokratik-laik-müşrik hayat tarzını, dergâh havası ve müstakbel İslâmiyet olarak kakalamalar…
Her gün biraz daha erime yolundaki (Mürîdân-ı Tirîdân) dışında, tam 40 yıldır yiyen varsa…
Binâenaleyh, i’tikâdî mevzulardaki mübâlatsız ve savruk, lâübâlî ve gevşek heriflerin, kendilerini bazı büyük zevâta nisbet etmeleri bir ma’nâ ifâde edemez; ve bu, olsa olsa dünyâ makam, mevki’, menfaat ve mansıbları içün, bazı mukaddes yolları, istismâr etme veya hevâ ve hevese göre şekillendirme levsiyâtıdır…

“MEZHEBLERİN TAKRÎBİ VE TELFİK-KERTİK..” DERKEN, REZÂLET, DİYALOGÇULUK DENEN DİNLERİN TAKRÎBİNİ, VELED-İ ZİNÂ OLARAK PEYDAHLADI…

15 asırdır fırâk-ı dalle dediğimiz mezhebler, (husûsan şîa denilen fırka) aslâ ıslâh olmamışdır. Bundan sonra olması ihtimâli de yokdur. 15 asırdır her bakımdan ehil, mu’temed ve muktedir İslâm ulemâsı ile, bugünki her bakımdan hormonlu ilâhyapyâtçı, diyalogçu ve denâetçi televizyon ve sahne soytarılarının aslâ muvâzene kabûl etmez mukâyesesi nazar-ı i’tibâre alınırsa, bu, hiç ama hiç mümkin olamaz… Bu soytarıların içindeki bazı hayalperest veya menfaatperest veya şöhretperest nevzuhur şarlatanların, bazı mercîlere yalakalık icâbı arasıra ortaya çıkarak “takrib” mevzuunu piyasaya sürmeleri ve (mezheblerin tevhîdi!) gözküllemesi ve goygoyculuğu yapmaları, son derece ciddiyetden uzak bir takım politik kataküllilerden ibâret bilinmelidir… Bu i’tibarladır ki, Cumhurlop müctehidlerinden(!) kerâmeti kendinden menkûl Prasasör Haltettin Karamânî gibi “telfikçi” mudillerin, Reşid Rızâ, Abduh ve Cim. Efgânî makûlesi masonların kuyruğuna takılarak, yıllardır bu haltlar içün ıkınıp durmaları, hiçbir îmânî, ilmî, ciddî ve samîmi herhangi bir esâsa istinâd edemez…
 Vehhâbîlerle “Kültür anlaşması” da yapan 1974 yılının Ecevit-Erbakan koalisyonu zamanında,  DİB denen yerden mes’ûl devlet vekîli MSP’li Süleyman Ârif Emre’dir. MSP’li ekâbirin ma’rifetiyle basılıb, T.C.’nin de dört bir köşesine gizlice ve el çabukluğuyla dağıtılan “Mezheblerin Telfîki” nâm paçavrayı, Mısır masonlarından Abduh’un tilmizi Reşid Rızâ denen herif kaleme almış; ve bunun tercemesini sâdeleştirme haltını da, her türlü  fıkhî ve i’tikâdî halt yemeleriyle ma’rûf Haltettin denen mudill yapmışdı. Aynı mudill şimdi de, çıplak ayak derileri üzerine mesheden Acemistan şiî mollalarından el ve  ilhâm almış olmalı ki, televizyonlarda (10.7.09 Hilâl tv.) çorap üzerine meshetmenin câiz (ruhsatla amel) olacağını üfürüklemektedir… Karşısındaki herifin “bu hangi mezhebe göredir?” demesi üzerine de, müctehid taslağı şarlatan:
“- Hanefî veya Şâfî’ye göre demiyorum. Ehl-i sünnete göre böyle diyorum!”
Diyor… Soytarının domuz gribine yakalanmış mugâlatasını beğendiniz mi?.
Herifin işi gücü yakaladığı bu (piç mantıkla), müslümanlarla alay etmek… Daha evvel de kendisine sorulan bir suale:
“- İslâm’a göre mi, hanefîliğe göre mi cevâb vereyim!”
Herzeleriyle hokkabazlığını sürdürmüşdü… Dikkat ederseniz burada kullandığı piç mantıkla “İslâm ile Hanefîlik ayrı!” veya “Hanefîlik, İslâm’ın dışında bir nesne!”  demeye getiriyordu… Şimdi de gene aynı piç mantığı (çoraba mesh) mevzuunda kullanıyor… Şimdi de:
“- Dört mezheb, ehl-i sünnetin dışında bir nesne!”
Demeye getiren aynı (piç mantığı) devreye sokuyor… Bu (piç mantık) önünde kim bilir kimler apışıp kaldı ki, herif bunu iyi bir Zât-ı Sungur numarası gibi orada burada kullanıb karşısındaki safoşlara:
 “- Amma da güzel ve şâhâne ve süper ve çağdaş ve modern bir mantık!”
Dedirtiyor… Bu tip Haltettin makûlesi mahlûkât, zâten hadîs-i şerîf ile apaçık ortadadır:
“- Ümmetim hakkında ziyâde korkduğum, cerbeze-i lisâniyyesi olan bilgiç münâfıkdır…”
Şimdi bugün bu tiplerle meydân lebâleb dopdolu!
Şimdi de çoraba meshetmeyi çıban başı yapıb (piç mantıkla) bunu kaşıma faslına geçildi… Karşısındaki iki riyâkâr, ödlek ve televizyon fitnevizyonuna esir goygoycu ve yalakanın biri de,  hokkabaz şarlatana şöyle gürleyib, hakk-ı sarîhi ketmetmek rezâletinden uzak kalamıyor:
 “-Ulan, ehl-i sünnet düşmanı her mezhebsiz gibi, ehl-i sünnet görünerek ehl-i sünneti içden yıkma ajanı hâin telfikçi! Sen, kitâbında, mason Abduh’u mutlak müctehid gösterecek kadar azgın ehl-i sünnet düşmanı ences! Dünyâ’da “ehl-i sünnet” demeyi ağzına alabilecek en son mahlûk olan yüzsüz! Bugüne kadar yediğin haltlar bini aşmışken, meydanı boş buldun ve müctehid olduğun gibi bir megalomani hastalığı ile “benim ictihadım!” diyerek işkembeni durmadan püskürtüp duruyorsun! Ehl-i Sünnet’in bugün ancak dört mezhebi varken ve bunların dördü de çoraba mesh etmeye “câiz” demezken, sen nasıl ehl-i sünnete göre “câiz” dersin; ve böylece de dört mezhebe iftirâ atarsın?. Anlaşılıyor ki, “ehl-i sünnet” olmak, senin hezeyân ve teşehhîlerine înanmakla olunacak! Çoraba meshetmeye “cevâz” veren bir tek müctehid de zikredemezken; sen nasıl, milleti, dünyânın gözüne baka baka bilmem hangi mıntıkandan çıkardığın cılk yumurtalarla başdan çıkarmak ve ifsâd etmek içün orostopolluk peşine düşer; ve etini satışa çıkaran Manukyan sermâyesinden bin beter de, ehl-i sünnetin şahsında Allâh Azze ve Celle’nin dînini satışa çıkarırsın!?.”
Gerçi kâriîn-i kirâmımız, şöyle buyururlarsa yerden göğe haklıdırlar:
“-Homongolosluğu müseccel, peder-i muhtereminden merdûd, “vahyin penceresi”ni telbîs ve telvîs etmekden başka bir halta aklı ermeyen ve sahne şarlatanı Pislamoğlu denen herifin televizyon kanalizasyonunda da, Haltettin tipli heriflerin gayrında aklı başında ilmiyyeti ve ciddîyyeti olan bir adam beklemek abes bile değil, muhaldir…”
Eyvallah, bârekâllah!
Hocası rahmetli Ahmed Dâvûdoğlu’nun çok âhını ve bedduasını da alan bu Halttettin denen hem dall hem mudill, Merhûm Muhammed Zâhid Efendi zamanında, ara sıra İskenderpaşa Câmii Şerîfi’ne de uğrayıb el öpme yalakalıklarıyla arz-ı endâm eder; kurnaz ve hilekâr bir tilki burnu ile de oralarda (dergâh) havasını koklayarak, gereken mercîlerle dirsek temâsını sinsice devâm etdirirdi!. Ateist Mümtaz Soysal nasıl:
“- Diyânet İş.Başk.lığı (DİB) dînin, cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur!”
Demişse ve çok da doğru demişse, bu kabil tâğût yalakaları da:
“- Dînin, cum ilkelerine ve nefs ü hevâya uygun olmasını sağlayan bel’amlardır!..”
“Hoşgörü-diyalog” perdesi altındaki sahtekârlıklar da, bu “takrib”ve “mezâhibin tevhîdi” rezâletinin, daha da azmanlaşmış bir üst perdeden versiyonu olarak yürütülmek üzere, yehudi-haçlı şebekeler ve onların beslemesi fettokülli tâifeleri tarafından tezgâhlanmaktadır. “Türkçe Olimpiyatları” gibi tuluat sahneleri de, temelinde, Telaviv, Vatikan, Vaşington, Brüksel ve Londra hesabları ve misyonerliğinin yatdığı beynelmilel plânlardır. Bunlar, saftiriklere, çok büyük ve dünyâ çapında “etkinlikler” olarak her sene ve son derece şa’şaalı  reklâm edilmekte; ve  dünyânın dört bir köşesinden devşirilen müştehâd ve zavallı kızları sahne sürtüğü yapacak cinsden ve haçlı havalarında, ustalıkla ve hayâsızca pazarlanmaktadır…

ALLÂH’IN DÎNİNE, “LÂ İLÂHE..” DEMEDEN ASLÂ GİRİLEMEZ…

 Rabbânî Mutlak Nizâm ve Sistem olan İslâmiyyet’in, evvelâ (LÂ İLÂHE), sonra (İLLÂLLÂH), sonra da (M……. Rasûlullâh)dan ibâret bu üç temelini tasdîk ve tahsîn edemeyen bir kalbin müslümanlığından da, aslâ bahsedilemez… Büyük Müfessir Muhammed Hamdi Efendi Merhûm, bunu şu formül ifâde ile tefsîrinde beyân buyurmaktadır:
“-Allâh’a îmândan evvel küfre tevbe etmek şartdır. Bu tevbenin şartı da, tâğûtları aslâ tanımamaya azmeylemekdir…”
Bunun hemen ardından da, (M…… Rasûlullâh) temelinin geleceği, tefsîrin sâir satırlarında bedâhaten ve son derece ehemmü’l-ehem derecede beyân buyurulmaktadır. Kâfirler, müşrikler, diyalogcular, münâfıklar ve fettokülli takımları istemeseler de…
15 asırdır icâzetli ehl-i sünnet ulemâsı, bu üç ana esâsı, Kitâb, Sünnet ve icmâ’ın mutlak olarak iktizâ etdirmesi i’tibâriyle, İslâmiyyet’in en zarûrî lâzım-ı gayr-ı mufârıkı olarak evleviyyetle kalbe, dile ve kaleme almışlardır. Allâh Azze ve Celle’ye âid hâkimiyyetin, dünyâdan sökülüp atılmasından başka hedefi olmayan yehûdî-haçlı şebekeleriyle bunların kuyrukları, bugün, (dembokrasi) denilen beşerî bir dînin misyonerliği peşindedir. Parti-pırtılardan ibâret mezhebleriyle bu dînin, geberesiye reklâm edilib, İslâm memleketleri başda olmak üzere bütün dünyâda, sulta ve hâkimiyyeti ele geçirmesine çalışılıyor. Nice memleketleri kan gölüne çevirmek pahasına da olsa, bu sapık din, global bir ısrar, binbir gözkülleme ve Puşvârî bir vahşetle dayatılmaktadır…
 İşte, bu dayatışın dışında kalamayıb ona teslîm olan direniş müflisi muhterisler de, ehl-i sünnetin hangi mezheb veya tarikat veya dergâhlarının müntesibîninden görünürlerse görünsünler, çift şahsiyetli olmaya; ve dembokrasi dînini de kabul edib ona îmân getirmeye başlamakdan hâlî kalamamışlardır…
Anti-emperiyal ve anti-siyon samîmiyyetsiz ezber ve tekerlemelerle ayakda tutulan; ve kendilerine mümbit bir (oy ırgatı) gözüyle bakılan milyonlarca garîbanın, mutlak dinle, beşerî ve uydurma dembokratik dinin ana temellerindeki nâmütenâhî teârüz ve tenâkuzları akl ü fikr edecek hiçbir meleke, meziyet ve îmânî, ilmî ve fikrî kudreti de, ne yazık ki bulunmamaktadır… Bütün bunlardan bilistifâde, sâdece namaz, oruç ve hac-umre gibi birkaç vitrin desinatörlüğüyle, bu kitleler teshîr, te’sîr ve tahrîk altında tutulabiliyorlar…
 Ve hele, (%2,5 veya %12,5 v.s.) (oyluk porsiyon politikalar) içinde dünyâya gözlerini açan veya bunlarla kafaları tütsülenen kitlelerin, dembokrasi dînine îmânları, adı geçen muhteris propagandalarıyla o kadar aşırı  derecelere çıkabilmektedir ki, artık o beşerî dîn, “alternatifi” olmayan ekmel bir dîn ve usûl keyfiyetiyle ele ve dile alınır hâle getirilmiş olabilmektedir… Artık her şey, o dînin kâidelerine uygun olub olmamak şartıyla bir kıymet hükmüne bağlanmaktadır… Bu ise, bu milletin varlık sebebi olan 1000 yıllık mutlak dînin unutturulması ve kalblerden silinmesi demekdir…
Ayrıca, aklı, derecesi ve  irfânı ancak bir takım tekerlemeleri, sloganları ve ezberleri aşamayan garîbân kitleleri, seçimden seçime gaza getirib coşturacak model, ta’lim, aşı, şablon ve dembokratik katakülliler, bol miktarda ve kizb ambalajları içinde depolarda her dâim stoklara sâhibdir!..

“BUGÜNÜN EN BÜYÜK İBÂDETİ OLAN CİHÂDI”, SULANDIRIB TABAHHUR ETDİRDİLER…

Mücerred bu “sandık mücâhidleri,” Selefe ve Sâdât-ı Kirâm Hazerâtına ters düşdükleri içün, dembokratik, laik-müşrik-lastik, sosyal (soslu-yal) ve hukuk (guguk-buruk) sistemle yehudi-haçlı modernite, reformite ve kemalitesinden icâzetnâmeli; ve hükûmât-ı cumhurlobiyyenin 54düncüsünden tezkerenâmeli; reankarnasyonlu kocasının ipleriyle kıvırtan Tansu’nun o kadın parmaklarından çillerzedenâmeli; Çankayalı ve “bilgi locası mütekâidîninden!” ve lâbis-i küllâh-i katrânîsiyle meşhûr arnavutzâde ve yeğenzede, yiyenzede ve içenzede Çoban Sülü eliyle ve marifetiyle hasdurnâmeli; ve balans ayarlı takım-taklavat ve haltçı ve müzmin fırka-yı müfside ve müşrikeden hastirnâmeli olub; böylelikle de iyi bir îkâz, ihtâr, tard ve darb cezâlarından geçerek bu günlere gelmişlerdir…
 Bu sâkıt-ı ikbâl ü iktidâr ve inkisâr olan, modernite kurbânı Hazret-i pîr-i fânî efendiler, târîhin taşıdığı o mümtaz Gümüşhânevî çizgisinden, işte böyle 180 derecelik “dönüşüm ve değişim” çarkları ve haltları ile sapıb ayrılınca, ma’nevî ve rûhânî silleleri yiye yiye, çöle ve çamura batarak, ifnâ-yı hayât ve hatm-i enfâs eyleme yollarına dökülmüşlerdir… Hâl-i pürmelâl içre bir zillete dûçâr oduklarını bugün tam idrâk edemiyorlarsa da, Kur’ân-ı Kadîm’in haber verdiği gibi “yakında bileceklerdir…”
Gerçi esâmi-i şerifleri, maddî olarak katlar, yatlar, yazlıklar, kışlıklar, şıklıklar, şıllıklar, ortaklıklar, otlaklıklar, arpalıklar, balayları, yağayları, kadın kolları, kadın bilmem neleri, tasarruf bonoları ve trilyonlarla müterâdif zikredilir derecede irtifâ kaydetse de, manzara-yı umûmiyye ve keyfiyyet-i bâtıniyye, arzedildiği vechile çeşm-i beşeriyyete ve târîh-i insâniyyete mâlolmuş bir hâlde ve vaz’ıyyetdedir…
Beyân etmek istediğimiz odur ki, pirân-ı azîzânın yoluna nisbet iddiası taşıyan kim olursa olsun, aklını başına devşirmez de; işi, o mübârek, mukaddes, mübeccel ve muazzez tarîk ve hâtırâların istismârına dökmeye kalkışırsa, ruznâmeye hemân ve âcilen, “düzmece şeytânî müşrik düzenlerin” cambazlıkları ve kataküllileri girer; ve bu da, lâhûtî iklimden esen Hakk sille ve kasırgalarının, sadâ ve devâsını dahî gündeme getirir!. Netîceten bütün bunlar, nice hân ü mânı, makâm ve mansıbı başa geçirib, behemahal çarpılmaları, şeref ve haysiyet iflâslarını ve eziklikleri intâc eder… Tasrîhi zâitdir ki, bunlar da sâdece dünyevîdir; ve uhrevîsinin yanında, hiç mesâbesindeki cezâ ve ezâlardan ibâretdir…
Sadede gelindikde:
Mason Midhat ve Nâmık misillü tam170 yıl evvelin asrî bezirgânları, ne kadar borsa oyunları ile kese doldurub hamâset ve siyâset eşkıyâlıkları yaparak göz külledilerse de, bir türlü istedikleri çapda borsa zengini olamadılar; ve bu sefer de başka yollardan milleti soymanın çârelerini aradılar… Aynen bugünün mücâhid(!) bezirgânları gibi!.
Ancak bugünkiler, haçlı sosyetesi, modernitesi ve dembokrasyası içinde, çok daha sıcak ve yakın takdîs gördükleri içün, borsadan çok güzel anlamakda; ve hısım-akraba-eş-dost ve muhibbân u yârânın iş ve elbirliğiyle, banka, sigorta, borsa-parsa, bir zamanların tasarruf seneti tüccarlığı, üç koyub beş sıyırma, sandık ve dembokrasi kumarı, ve diğer onlarca iktisâd cambazlıklarında ziyâde (uyanık) bulunmaktadırlar… Ve böylece, “global gidişâtdan” da aslâ geri kalmadan ve dünyâ ni’met ve lezzetlerinin tamâmından da nasiblenilmektedir!… Bu işlerin çoluk-çocuk, dâmat-gelin, dünür-münür-düşünür, eş-dost-post, islâmcı-ifsadçı öylesine mütehassısı da olunmuşdur ki, asrın ağır sanayi, teknolojisi, sinyalizasyonu, politizasyonu ve telekominikasyonunda, kelle döndürücü bir sür’atle yol almaktadırlar!.
Bütün bunlar da, olsa olsa, “dergâhları değiştirme ve dönüştürme” ağır sanâyi hamleleri ve fâtihlikleridir!.
Tanzîmât yıllarında, bu cambazlıkları, Hazret-i Şeyhin dînine ta’n eden haçlı muhibbânı masonik-müşrik-laik-lirik ve egzantirik mütegallibeler irtikâb ediyorken; günümüzde ise, bu kabil cambazlar, kendini Hazret-i Şeyhe nisbet edenler arasından da (entel-dantel) etiketleri ve (mürit-tirit) ayakları ile oldukça mebzûlen ortaya çıkabilmektedir…


ECNEBÎ BANKALARA KARŞI KARZ-I HASEN TEŞKÎLÂTLANMASI, VE KIYASIYA DİRENİŞ…

Ecnebî bankalara ve dolayısıyla haçlı kapitalist-emperial sürülerine karşı birbuçuk asır evvel ilk ve esaslı direniş, Hazret-i Şeyh tarafından başlatılmışdır. Bunun içün müşârünileyh Hazretleri, Osmanlı pazarlarının ecnebî sermâyesinin istilâ ve hâkimiyyetine geçmekde olduğunu; ve bunun netîcesinin ise, pek vahîm olacağını keşfetmekde en önde gidenlerden olmuşlardır. Bu i’tibarla da, ciddî-müessir bir tedbir almanın zarûretini, nazariyyâtda bırakmamışlar; fiilen de, derhal ortaya koymuşlardır. Bu cümleden olarak yerli sermâyenin sıhhatle ayakda kalması ve terâkümü içün, (yardım sandıkları) da diyebileceğimiz şer’î (KARZ-I HASEN) meessisesini,  derhal kuvveden fiile çıkarıb dirilterek devreye sokmuşlardır… Böylelikle, ecnebî bankalarının bu yolla önünün kesilmesini ve millet-i İslâmiyye’nin onlara muhtaç olmasının ortadan kaldırılmasını hesablamışlar; ve bunda da ciddî ve büyük muvaffakıyyetler elde etmişlerdir…
Hedef, Tanzîmatçı hâinlerin memleket iktisâdiyyâtını haçlı sermâyesine peşkeş çekişi karşısında, Osmanlı sermâyesinin kuvvet ve kudretinin muhâfazasıdır… Bu uğurda, kâbiliyyetli bütün tüccâr ve esnâf kitleleri içine bu faaliyyetler yayılarak, onların şirketleşmeleri ve banka belâsından ve dolayısıyla ecnebî sermâyelere esir olmakdan kurtulmak içün, Şeyh Hazretlerinin riyâsetinde büyük bir mücâhede ve mücâdelenin içine girilmişdir…
Tanzîmatçı, mason ve haçlı işbirlikçisi yarasalar, hükûmât-ı Osmâniyyenin imkân ve pazarlarını yahudi-haçlı gâvurlarına açmak hâinliğine düşünce, Hazret-i Şeyhin başbuğluğunda Nakşî bir Dergâh, bunlara karşı büyük bir direniş başlatır ki, bu kabil faaliyyetler bile bu memleketi gerçek ma’nâda kurtaracak olan âmilin ne olduğunu apaçık göstermeye kâfî ve vâfîdir… Tabii bunları bâhir hakikatlar olarak  târih kitâblarına yazmak ve insanlara duyurmak, tanzîmatçı, ittihad-terakkîci (İT) ve onların devamı veya kuyruğu olan cumhurlopçu tâifelerin, aslâ işine gelmemişdir. Çünki bu takdirde, kurtuluşun ancak:
 “- El-müstenidu bitevfîkâti’r-rabbâniyyeti melikü’d-devleti’l- Osmâniyye!”
İbâresini, devlet armasında, lâ teşbîh ve lâ temsîl, “anayasaların değiştirilmesi teklif dahî edilemez!” maddesi gibi taşıyan Osmanlı Müslümanlığında olduğu ortaya çıkardı… Bu ise, Osmanlı’nın nihâî gâyesine hizmet etmek; ve masonik avrupâî şeytânîyyete de ters bir manzara çizmek demek olurdu!..
 Bedâhaten görülüyor ki, Türkiye Cumhûriyyeti Devleti’ninki ile Osmanlı armasındaki bu mübâyin en ana maddeler, “değiştirilemezlik” noktasından da mukâyese edildiğinde, birinin ötekinin devâmı olmasına imkân ve ihtimâl yokdur… Ve bunu, bazı “islâmcı ve târihçi ve yazar-çizer!?” geçinen echel-i cühelânın, “devâmıdır” lâfzıyla kitâb ve günlük yazılarına geçirmeleri, hamâkat, eblehlik ve körlüğün evc-i bâlâsıdır… Vahyi tamâmen reddeden laik-müşrik ve dîni cendere içine sokan herhangi bir sistemin, Allâh Azze ve Celle’nin vahyine  istinâd eden bir devletin devâmı olduğunu iddia etmek, tam bir hezeyân ve hakîkatın da resmen ve alenen ketmedilib yok edilmesidir… “Hakk-ı sarîhi ketmetmenin küfrü” de, dinimizdeki mutlak hakîkatıyla ruznâmeye gelirse, bu kabil heriflerin, akâide müteallık mes’eleleri bile nasıl ketmetdikleri ve işlerine geldiği gibi yamultdukları çok iyi hesâb edilmelidir…
Müslümanlığı, namaz, oruç ve zikre münhasır kılmak ve böylelikle de dîn-i celîl-i İslâm’ın içini boşaltmak için uğraşan; ve Osmanlı hükûmetlerinin üst kademelerine kene gibi kan emmek üzere üşüşen Tanzîmât masonlarına ve eşkıyâlarına karşı, dergâhın bu kabil mücâdele ve mücâhedeleri, resmî-siyâsî târîh içinde, masonlar, ittihadçılar (İT) ve bunların jakoben kuyrukları tarafından ehemmiyetine binâen tekrâr arzederiz ki, dâimâ gizli tutulmuşdur… Cumhûriyet ideolojisini cumhurlobiyyetin bir maşa ve maskesi ve zaman zaman da kıtâl tezgâhları olarak kullananların, müretteb Menemen hâdisesi gibi nice tezgâhlarla müslümanlara, husûsan (nakşî müslümanlara) zulmetmesinin arkasında da, adı geçen dergâhın ve benzerlerinin, dâhilî ve hâricî gâvur emperializmasına karşı başda i’tikâdî olan muhâlefet ve direnişi yatmaktadır…