30 Aralık 2008 Salı

(6) ASRIN EĞİLMEZ VE BÜKÜLMEZ ÇELİK ÎMÂNLI KALEMİ KOCA ÜSTÂDI İHTİRÂMÂT-I FÂİKAMIZLA YÂDEDERKEN, RÛH-I ŞERÎFLERİNE ALLÂH AZZE VE CELLE’DEN RAHMET-İ VÂSİA NİYÂZ EDİYORUZ…



-SAHÂBÎ SEVGİSİ-


Hazret-i Osmân Radıyallâhu anh Efendimiz, Cennetle mübeşşer ve Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm’ın iki kerîmesine zevc olma şerefine sâhib… Lakâbı da bunun içün (Zinnûreyn= iki nûr sâhibi…) Hayâsı karşısında meleklerin bile hayâ etdiği, Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm’ın hadîsi ile 15 asırdır Kâinâta malûm…
O, Ömer İbni Hattab Radıyallâhu anh Hazretlerinden sonra, Fahr-i Kâinât Aleyhisselâm’ın makâmında halef… Kıyâmete kadar gelecek Müslümanların, Peygamberler Peygamberi makâmında Halîfesi… Halîfe-i Müslimîn…
İblis cebhesinin başında ise, San’alı dönme Abdullah İbni Sebe vardır; ve Allâh Rasûlü’nün Başşehri Medîne’de, bu dönmenin riyâsetinde o lâ’netli ihtilâl…
Yemen’den İran’a, Mısır’dan Şam ve Bağdat’a kadar uçsuz bucaksız bir DÂRÜ’L-İSLÂM’ın başında taşıdığı İslâm Halîfesi HAZRET-İ OSMÂN, iblis cebhesi tarafından, Allâh’ın Kitâb-ı Kadîm’ini okurken, hem de mahremiyet ve masûniyeti zerre kadar düşünülmeden alçakça ihlâl edilen bizzat kendi evinde, üzerine çullanılır ve şehid edilir… Şehâdeti esnâsında okuduğu son âyet, Bakara sûresinin 137. âyeti celîlesi… Meâl-i Şerifleri, Merhûm Muhammed Hamdi Efendi’nin tefsîrinde şöyle:
“-Eğer böyle sizin îmân etdiğiniz gibi îmân ederlerse, muhakkak doğru yolu buldular. Yok yüz çevirirlerse, onlar sırf bir şikâk içindedirler. Allâh da sana, onların haklarından geliverecekdir. Ve O işitendir, O bilendir…”
Âyetin tefsîri içün müfessirlerimize mürâcaat, daha sonra…
İslâm Milletinin üçüncü halîfesi Hazret-i Osmân sevgisi, Lâ’netli İbni Sebe çizgisindeki dalâlet fırkalarına, şiilere, hâricîlere, mezhebsizlere, târihselcilere, şarlatan ilâhiyatçılara (ilâh-yap-yatçılara), modernist denaetçilere ve meşhûr şiir kitabında üç halîfeyi -o da sıralarını yamultarak- zikretdiği halde Hz. Osmân’ın (ayın) harfine bile yer vermeyen “Kur’ân Şâiri!” bayımıza rağmen, Kıyâmet’e kadar değil, muhalleden yaşayacakdır…
İşte Merhûm Üstad Necib Fâzıl Bey, “ne değildi?” suâlimize muhâtab tutulurken, biz bu noktada da O’nu, “asla edebsiz ve hürmetsiz değildi!” hükmüyle; ve O’nu bu kabil rezâletlerden kat’iyyen tenzîh ederek ve ihtirâmât-ı fâikamızın bütün zerreleriyle ve hasretiyle kavrulan en derin kalbî hâtırâtımızla yâdedeceğiz…
Bu dünyâya (ezberci papağanların diliyle) öyle “Kur’ân Şâirleri!!!” de gelebiliyor ki, bunlar, “Ebû Bekir, sonra Ali, sonra da Ömer” şeklinde yapdıkları illetli bir sıralamanın en sonunda, bir “Osmân” demeyi bırakınız, O Osmân’ın ilk harfi olan (ayın) harfine bile yer vermek tenezzülünde bulunamıyorlar!…
Zehî gaflet ve dalâlet…
Belki bunlara, dernekçi-dergâhçı-telbisçi mürîdân-ı tirîdan ve âşikân u sâdikân, vecd ve istiğrak hâlinde ve büyük bir hikmet ve kerâmet gözüyle bile bakabiliyorlardır!.
Halbuki sahâbîler ve hele dört büyük halîfe (hulefâ-yı râşidîn), ehl-i sünnet ve’l-cemaat akâidinde, aslâ küçümsenemeyecek kadar büyük bir mevkie sâhibdir… Bu mevkii idrâk hasletine sâhib olamayan mürîdân-ı tirîdân, bu noktalarda çok rahat bir “hoşgörülü ve leşgörülü!” Afgânî-Abduh-Reşid Rızâ-Haltettin Haramânî ve bilmem neler bulaması bir din anlayışıyla yaşayıb, mukaddes cihadlarını(!) (dergâhçılık, dernekçilik, nutukçuluk, telfikçilik ve telbisçilikle) “asrın idrâkine söyletebilirler!” de!..
Fakat 15 asırdır yaşanan İslâm mu’cebince, bütün kâinât çok iyi bilmektedir ki, cihanda en mübtezel ve berbat iflâs, akâid ve (îmân öfkesindeki) iflâsdan başka hiçbir nesne de olamaz…
Hazret-i Zinnûreyn’i yok sayan “Kur’ân Şâiri!” mübâreğin döktürdüğü; ve Hz. Fârûk’a da “zıpır!” diyen kelimelerle düzdüğü mısrâlar, aynen şöyle:
“-Nasıl olmuş da zuhur eyleyebilmiş Sıddık/ Nereden gelmiş o Haydar’daki irfan-ı amik/ Önce dehşetli zıpırken, nasıl olmuş da Ömer/ Sonra bir adle sarılmış ki, değil kar-ı akıl!”
Bu “zıpırlı!” mısrâlar arasında, “Kur’ân Şehîdi” Hz. Osmân Radıyallâhu anh Efendimiz acaba neden yer almak ve yâdedilmek bahtiyarlığına(!) erdirilememektedir!?.
Renan’ın bile “büyük îmânsız!” dediği mason Afgânî ve yine mason Abduh gibi İslâmiyyet’in başbelâsı herifleri göklere çıkarmak içün nesir ve nazım sayfalarca yazı yazmakdan âr u hayâ etmeyen şâirler, acaba (âr ve hayânın İslâm târîhindeki müşahhas âbidelerinden birisi olan Hz. Osmân) Efendimizin, nesinden rahatsız olmuş olabilirler!?.
Acaba Hulefâ-yı Râşidîn Efendilerimizin adedini mi unutmuşlardır?!
Dernekçi-dergâhçı-telfikçi ve telbisçi mürîdân-ı tirîdân ve sâdıkân u âşikân mücâhid ve cum müctehidi soytarılarımız(!) bu kadar azîm bir unutkanlığı(!) acaba nasıl ve hangi (îmân, İslâm, âr ve hayâ) ile telâfî etmeyi düşünmektedirler?!!!...
Bu “Kur’ân şâiri!” mübârekler, acaba ömürleri boyunca girip çıkdıkları onca câmilerde, meselâ pek meşhûr Balıkesir Zağnospaşa câmilerinde, Kastamonu’nun Nasrullâh câmilerinde, İstanbul’un Fâtih ve Süleymâniye ve daha onlarca salâtîn câmilerinde, dergâh, hankâh ve namazgâh gibi yerlerde ve hatta sıradan gerçek bir müslümanın bile hânesinde (Hulefâ- Râşidîn) (Rıdvânullâhi Teâlâ aleyhim ecmaîn) hazerâtının ism-i şeriflerine hiç mi rastlayamamışlardır?!. Ve eğer rastlamışlarsa, buralardaki bu levhaları, (Ebûbekir-Ömer-Osman ve Ali) sırasıyla değil de; (Ebûbekir-Ali ve Ömer) sırasıyla ve dört de değil, üç kişi olarak mı görmüşlerdir?.!!!.
Demek, ahır-samanda veya âhirzemanda, “Kur’ân Şâiri!” denilince, böyle tiplerin ve soytarı mürîdânın akla gelmesi icâbediyormuş!!!
Netîceten denilir ki, bu noktada, mürîdân-ı tirîdân ve sâdıkân u âşikân bulunan üdebâ-yı cümhûriyye ve müctehidînin, aşağıda gelecek suallerin cevablarını taharrî eylemeleri, hamamın nâmûsunu kurtarmak adına da olsa, üzerlerine bir vecâib ü vezâif olmak lâzım gelir!.
Ancâk, “zırva te’vîl götürmez!” cinsini ve cibilliyetini derhâtır eden zırva ve hurda cevablarla da kimsenin gözünü küllemeye kalkılmamalı, İslâm akâid kânunlarının dilinden net cevablar bulunmalı ve verilmelidir:
1)       Hulefâ-yı erbaa neden dört iken, üç olarak o (mukaddes bîbıl)da tenkîse tabi tutuluyor?!
2)       Hz. Osman’ın, yüzbinlerce sahâbînin 3. sü olduğu, 15 asırlık İslâm ulemâsının icmâ’ı ile de sâbit değil midir?. Bunun böyle olduğu, cumhuriyyetin laik ve ateist tezgâhlarından geçen benî beşer veledlerine kadar apaçık bilinen bir hakîkat olmasına rağmen; bu hakîkat, Abdülhamid-i Sânî Cennetmekân Hazretlerinin mekteb ve ni’metleri ile perverde ve adam olan zevât tarafından neden bilinemiyor ve neden hiç dile ve kaleme bile alınamıyor?!. Yoksa dile ve kaleme alınıverirse, bir cüzzamlı gibi bulaşıverir diye mi korkuluyor?!!! (Hâşâ ve kellâ)
3)       Dile ve kaleme alınırsa, bu, hangi İbni Sebe familyalarının ve hangi Teymiye-İbni Abdülvehhab-Carullah-Efgânî-Abduh-Reşid Rızâ ve Haltettiniyye-Hoşfendiyye mezhebleri ile baş belâsı gürûhunun canlarını ve gırtlaklarını sıkacakdır?!
4)       Hz. Osman, bu kadar dile ve kaleme “bulaştırılmayacak!” kadar (hâşâ ve kellâ) kötü ve menfi bir zât mıdır?!
5)       Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, neden cennetle mübeşşerdir?!
6)       Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, neden Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm iki kızını da Hz. Osmân’a tezvic eylemişlerdir?!
7)       Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, Hâce-i Kâinât Aleyhisselâm neden iki kızı vâlidelerimiz (radıyallâhu anhümâ hazerâtının) vefâtından sonra, “On tâne kızım olsaydı, biri öldükçe onların hepsini birer birer Osmân’a nikâhlardım!” meâlinde ve bütün müslümanların bildiği bir fermân-ı nebevî buyurmuşlardır?! Allâh Rasûlü’nün bu kadar sevdiği Hz. Osmân’a mahabbet taşıyamayanların, acaba O’nu seven Allâh Rasûlü’nü sevdiklerine, aklı başında en sondaki bir müslümanı bile inandırmak mümkin olabilir mi?!.
8)       Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, Hz. Ömer’in ta’yîn buyurduğu ve yüzbinlerce sahâbînin, (aşere-i mübeşşereden) cennetle müjdelenmiş hayatda kalan en büyük 6’sı, neden Hz. Osmân üzerinde (halîfe-i müslimîn) olarak karar kılmışlardır?!. Bedâheten ortada olan bu sahâbî hakîkatlarına, bir müslüman şiî üfürük, isrâiyyât ve esâtiriyle tütsülenmedikçe kılıç çeksin, bu muhal değil midir?!.
9)       Eğer (farz-ı muhal) öyle ise, 15 asırdır topyekûn müslüman câmi ve mescidlerinde, dergâh, hankâh ve namazgâhlarında hatta evlerinde, dört halîfe-i müslimînin ism-i şerifleri (Ebûbekir-Ömer-OSMÂN-Ali) olarak en şerefli baş köşelerde neden yer almaktadır?!
10)    Neden Hz. OSMÂN gibi yüzbinlerce sahâbînin 3.sü olan bir zât-ı şerîfe, 15 asırdır müslümanlar Allâh ve Rasûlüne tebaan mahabbet ve ihtirâm duyarken, İbni Sebe çizgisindeki şiiler, dalâlet fırkalarının tamâmı, mezhebsizler, “vahiy penceresi” maskeleri takarak milleti idlâl eden uçkuru düşük lûtîler, Merdûdî bulaşıkları, Teymiye-Abdülvehhab-Carullah Bigiyef-Efgânî-Abduh artıkları, (DİB) bel’amları, İlâhiyatlara (ilâh-yap-yat’lara) çöreklenmiş cenâbet cum müctehidleri(!) Hz. OSMÂN düşmanlığını emevîlerle ve Hz. Muâviye gibi Kütüb-i Sittede hadîs râvîsi olarak geçen (ehl-i sika) bir zât üzerinden yürütmek eşkiyâlığındaki sebe sürüleri, neden Hz. OSMÂN düşmanlığı peşindedirler?!
11)    Bütün bu sürüler, hangi mihrâkların hesâbına bu 15 asırlık icmâ’, ittifâk ve ittihâdı bozarak, hangi şeytanlardan ne tür “aferinler!” hırsızlamayı plânlamaktadırlar?!
12)    Neden Hz. Ebûbekir’den sonra, 15 asırlık müslüman ulemâsının icmâ’ ve ittifâkına muhâlif olarak, Hz. Ömer dile ve kaleme alınmıyor da, 4. sıradaki Hz. Ali, 2. sırada zikrediliyor?! 15 asra böylesine meydan okumaya kalkanlara, acaba ehl-i sünnet ve’l-cemaat müslümanları da aynı mukâbele-i bilmisli revâ görür ve binlerce kere daha haklı olmaları hasebiyle de haketdikleri tokadı aşkederlerse, kimin cıyak vıyak edib ortalığı ayağa kaldırmaya hakkı olabilir!?.
13)    Neden 15 asırlık icmâ’ ve ittifâka, (meydan okuma lüzûmu) hissediliyor?! Zemzem kuyusuna bevlederek meşhûr olma modası hâlâ (kâr hânesini) kabartacak mı zannediliyor!?. Lût Aleyhisselâm’dan sonra Allâh yolunda âilesi ile İLK HİCRET EDEN, hem de Peygamberler Peygamberi Aleyhisselâm’ın (zâtü’l-hicreteyn) lâkaplı kerîmeleri Rukayye vâlidemizle ve hem de tâ Habeşistan denilen bir ecnebî diyârına (yâd ellere) İLK HİCRET EDEN O Peygamber sevgilisine, kalbinde en küçük şeytanlık taşıyanlar kim olursa olsun dünyâdan gebererek çıkarlarken, Âhıret’e de kim bilir nasıl sürünerek gireceklerdir!?.
14)    Bu meydan okumanın sâhibi olacak adam, “Kur’ân Şâiri!” gibi hormonlu bir şöhrete sâhib kılınmış biri olsa bile, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın binlerce akâid kitabından bir tânesine göre dahî, (ehl-i sünnet ve’l-cemaat i’tikâdında bir müslüman) kabûl edilebilir mi?!
15)    Yoksa akâid ulemâsının (mütekellimînin) kitabları, bu i’tikâdda olanları “mübtedia” sınıfına dâhil ehl-i sünnet dışı zavallılar olarak beyân etmiyor mu?!
16)    Yoksa, “bugüne kadar böyle ezberlemişiz, bu ezberlerimizi bozamayız!” demek:
“-Biz îmândı, akâiddi, tevhiddi gibi şeyler tanımayız, biz 15 asrın ulemâsına meydân okuruz; ve inâdımızla da keçi gibi temerrüd eder gideriz!”
Yollu lisân-ı hâl beyânlarla varılacak bir (sefâhât) ve kitâbiyyât anlayışı, müslümanlar arasında tirîdân-ı mürîdân ve sâdıkân u âşikânı gülünç düşürüb, beş para etmezler sınıfına hapsetmez mi?!
Cihanda en müptezel ve aşşağılık iflâsın, “îmân ve akâid” bâbındaki iflâs olduğu, artık cümle mahlûkâtın bildiği ve ezberlediği bir hakîkât değil midir?!
Tevhid ilmi’nin, dünyâdaki bütün ilimlerin topundan da ve hele şunun bunun ıvır zıvır ve akâid bozan şiirleriyle iştigâl abesinden de nâmütenâhî ehemm olduğu, şer’î bir hakîkât olarak inkâr edilebilir mi?!
17)    Bu mes’eleyi ve topyekûn îmânî, ibâdî, siyâsî, iktisâdî, ictimâî, hukûkî, ticârî, sınâî, âilevî, tıbbî, cinsî, cibillî, harsî ve cümle beşerî mesâili tartan ve karara bağlayan terâzi, ehl-i sünnet ve’l-cemaat terâzisi olmayacak da, hangi yahudi-haçlı-diyalogçu-telfikçi-Efgânîci-Abduhçu (tezekden terâzisinin bilmem neden düzülmüş kefeleri!) olacakdır?!.. Butlânı mutlak nice herze (ezberlerin) bozulma zamanı, Kıyâmet sonrasına mı kalmalıdır?!! Bir takım şâirleri ve bilmem neleri putlaştıran adamların, tophâneli kibir ve tepeden bakmaları ve kendilerini imtiyazlı herifler görerek kasılmaları, ne zaman hakk ve hakîkatın yumruğunu yiyecek ve defolup yerin dibine geçecekdir?!..
18)    “Kur’ân şâiri!” denilenlerin, evvelâ Hazret-i Ömer’in “zıpırlığını” eşelemesinin, sonra da “adlini” ele almasının sebebi nedir?!.
19)    Peygamberler Peygamberi Aleyhisselâm, hangi hadîsiyle (hâşâ ve kellâ) “Benim sahâbîlerimin, câhiliyyedeki bazı menfî sıfatlarını evvelâ ön plana çıkarıp gıybetlerini ve câhilî hâlleriyle dedikodularını yapın, sonra da meziyetlerini zikredin!” buyuruyor!!!?
20)    Bir müslüman teşeyyu’ etmedikçe (şiileşmedikçe), hangi sahâbîyi hele 1., 2., ve 3. büyük sahâbîyi veya bunlardan birini, Humeyni Dininin şiileri tarafından düzülüp uydurulan ve Hz. Ali Kerramallâhu Veche Efendimize isnâd edilen düzmece hutbeler ve sahâbîlere iftirâlarla dolu “Nehcü’l-Belağa” denen acem palavrası ve isrâiliyyât kumkuması kitabdaki gibi, zerre kadar hayâ etmeden ve Allâh’dan da korkmadan diline, kalemine ve karşısına alabilir?!..
21)    Şii olduğunu saklayarak sünnîlerin ve hatta haçlıların ve dünyanın gözünü külleyen arz çapında bir numaralı üçkâğıtçı; ve Abdülhamîd Cennetmekân Efendimiz Hazretlerinin “maskara” dediği; ve Müşârünileyh Hazretlerinin İstanbul’dan ayırmayarak yularından kazığa bağlayıb gözünün önünde tutduğu; ve ateist Renan’ın bile “Büyük imansız!” dediği mason Afgânî ve onun yine mason mürid ve tiridi îmânsız Abduh hokkabazının kuyruğuna takılanlar içün, manzaranın, kılavuzu karga olanlardan bile çok daha berbat ve perîşân olmaması beklenebilir mi?!
22)    Bırakınız en küçük sahâbî içün, 3. en büyük sahîbî içün o şii (Nehcü’l-Belâğa) isrâiliyyât kitabında yazılanları, bir müslüman mücerred şii ahlâksızlığına misâl olsun diye iktibâs etmeye kalksa, bu bile, onun acaba hangi âr, hayâ, nâmus, ahlâk ve sahâbî îmân, hassâsiyet ve hakîkatıyla kâbil-i te’lif edilebilir?!. O kitabda Hz. Osmân-ı zinnûreyn Hazretlerine yapılan hakâretleri, dünyânın en lâ’netli bir “hoşgörü-diyalog” iblisi veya kardinali ve lâbis-i libâs-ı katrânî papaz, papa, haham ve (sarıklı baş politikos)ları bile henüz irtikâb etmiş değillerken!…
23)    “Kur’ân şâiri!” gibi yafta, pafta ve maskelerin altına kellesini sokarak menfaat çarklarını yürüteceğini ve bu kabil (ezberlerin) hâlâ sürdürüleceği zu’mu içinde bulunan bir takım megaloman matbuat değnekçi ve dergâhçıları ve bezirgânları, artık (ezberlerin) bozulup suratlardaki makyajların aşşağılara doğru akarak kendilerini (cumhuriyet balosu palyaçolarına) çevirdiğini, ne zamana kadar görmezlik numaralarıyla sürdürecekler; ve insanların yüzüne bakmaya, daha ne kadar yüzsüzce, pişkince ve haysiyetsizce devâm edeceklerdir!?


Bu sualleri daha da çoğaltmak mümkin olsa da, biz şimdilik bu kadarla iktifâ edelim…
Sadede gelelim dersek, işte Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey, yukarıya aldığımız suallere meydan açacak (i‘tikâdî) lâübâlîlik, câhillik ve nasibsizliklerden tamâmen uzak yaşamış; ve bu kabil kofluk, loşluk ve boşluklar taşıyan adamları da, hiçbir zaman ciddîye alınacak adamlar olarak görmemişlerdir… Hatta bazı parti-pırtı liderlerine varıncaya kadar i’tikâdî lâübâlîlikler ve mübâlatsızlıklar taşıyan adamlara hadlerini bildirmekte de, dirâyet, liyâkât, i’tikâdî salâbet ve celâdetini, (îmân öfkesinin) bir tecellîsi olarak mükemmelce göstermekden hiçbir zaman geri durmamışlardır...
Zaman ve zemîne göre şekillenen tabasbus-ı kelbiye ehlinin dil ve kalemini, ömrü boyunca aslâ kullanmayan Merhûm Üstâd, “Gelenin keyfi içün geçmişe kalkıp sövemem!” demeyi de, lâf ve palavralara değil; fiil ve yaşayışına, hapishâne duvarlarına ve zından pencerelerinden de cihâna söyletmenin dehâ ve dünyâ çapında yiğit ve çilekeş bir hatîbi ve edîb, şâir ve mücâhîd bir kalemiydi…
Rahmetullâhi Aleyh…
Allâh Rasûlü’nün dört büyük halîfesine bile, i’tikâd ve ciddiyet disiplini göstermekden âciz olanlara karşılık, Üstâd Merhûm’un dört büyük halîfemiz ve topyekûn sahâbîler karşısındaki îmân hassasiyet ve ciddiyeti, O’nun şu muhalled mısrâlarıyla cihânın gözleri önündedir; ve müslümanlara da ebedî kurtuluşa vesîle olacak ehl-i sünnet ve’l-cemaat îmân hakîkatlarının bir zübdesi hâlinde de şöyle:



SAHÂBÎ

Müslümanda O’na bir anlık bakış;
Yahut O’nun bir an olsun, gördüğü…
İşte sahabîlik!.. Ruhda bir nakış;
Hep O Nûr’un ince ince ördüğü…

Dört köşeli ulvî şekil; sırayla,
Ebûbekir, Ömer, Osman, ve Ali…
Yanmış da her biri aynı çırayla,
Her birinin yine bambaşka hâli.

Dört camlı bir fener; merkezde o Nûr;
Merhamet, adâlet, edeb ve hikmet…
En yüce insanda nasıl bulunur,
Bu dört fazîletden gayri bir kıymet?..

Dörtler yüceliği tamamlayanlar;
Camlarına göre verenler ışık…
O Nurla sonsuzu selâmlayanlar;
O Nur sütununda renk renk sarmaşık.

Saf saf, kol kol, bölük bölük sahâbî;
İlkler, müjdeliler, daha ne ve ne?.
Ateşle mühürlü hepsinin kalbi;
Hakda, aşkda, şevkde hepsi dîvâne.

Ümmet caddesinde, o gün bugündür,
Sahâbîye nisbet taşlar hep moloz.
“En üstün velîden daha üstündür,
Sahâbî atının burnundaki toz.”



İşte Üstâd Merhûm…
Ve Üstâd’ın kaleminin ucundaki, toz bile olamıyacaklar…
Ve 15 asırlık (ehl-i sünnet ve’l-cemaat) icmâ’ ve ittifâkına, Îmân ve İslâm’ına meydan okuyarak, Osmân’sız ve ucûbe bir Hulefâ-yı Râşidîn sıralamasını (Ebûbekir-Ali-Ömer) şeklinde yapan ve bunun içün de Merhûm Üstad’ın kaleminin ucunda (toz bile olamıyacaklara) mukâbil; işte Büyük Üstâd’ın îmân ve İslâm nizâmının en mühim bir rüknünü dört halîfemiz üzerinden dünyâya aşkeden, asâlet, adâlet ve şahsiyet âbidesi kalemindeki ifâde mertliği, yiğitliği ve kahramanlığı, muhalled mısrâlarıyla, buyrun:
Dört köşeli ulvî şekil; sırayla,
Ebûbekir, Ömer, Osman, ve Ali…
Nûr içinde yat, mekânın cennet olsun Büyük Üstâd!..
Biz, Merhûm’un ne olmadığı üzerindeyiz… Ne olduğunu ehli yazsın!
Sahâbî noktasındaki hassâsiyet ve i’tikâd, doğrudan doğruya (Allâh ve Rasûlüne) olan i’tikâd ve mahabbetin bir mihenk taşıdır…
Allâh’ı seven ve O’na tâbî’ olanın, Allâh Rasûlü’nü sevmesi ve O’na tâbî’ olması; Allâh Rasûlü’nü seven ve O’na tâbî’ olanın da, sırasıyla başda dört halîfesi ve diğerlerini sevmesi ve ONLARA tâbî’ olması hakîkati, sırrı ve hikmeti…
Temelin temelindeki îmân, ciddiyet, mahabbet, merbûtiyyet, hassâsiyet ve dikkat…
Kâinatdaki en alçak ve mübtezel iflâs ise, akâiddeki=îmândaki ve (îmân öfkesindeki) iflâsdır…
“ASHÂB” noktasında bize âid mısrâları da, “hâzâ min fadlı rabbî!” demenin hamd ve yakarışdaki ma’nâsı üzerinden; ve Üstâd merhûmun ruhâniyyet ve himmetini de niyâz hasretiyle zikr mevkiindeyiz:


ASHÂB

Sahâbîdir Rasûlde,
Fedâ eden cânını…
Arz görmedi denklikde,
Ebûbekr’in sıdkını...

Sıddîk-ı Ekber o ki;
Habîbullâh refîki...
Ümmetinse şefîki;
Verdi bütün mâlını...

Hakk’dandır hilâfeti,
Hem, ekmel velâyeti,
Tamdır, Hakk kurbiyyeti;
Yazamam etvârını...

Selâm son Peygamber’e!
Selâm tüm nebîlere!
Selâm Ebûbekir’e!
Hepsi buldu câhını...


Ve Fârûk-ı A’zam da,
Kırkıncıydı cihânda…
Şecâatı bu yolda,
Parlatdı silâhını...

O Ömer ki âdildi,
Devletleri titretdi…
Hem îmâna getirdi,
Acem kumandânını...

Selâm halîfelere!
Selâm âdil Ömer’e!
Selâm tüm şehidlere!
Hepsi buldu yârını...



Zinnûreyn’e gelince:
İffetiyle melekce...
Yürür arzdan şehîdce,
Kur’ân saklar kânını...

Şeci’ Ali dördüncü,
İlm ü seyfdedir gücü,
Muhâribdir ve sözcü…
Kırar dîn düşmânını...

Ehl-i beyt, baş tâcımız…
Ezvâc, orda ânamız…
Nesl-i kutsî, cânımız…
Döktüler kanlârını...

Selâm şehid Osman’a!
Selâm Hakk aslanına!
Selâm Hakk ordusuna!
Verdiler canlârını...



İlk üç’e çıkıp diller;
“Hâlleri gasb!” deseler!
Bu iğrenç hakâretler,
Söker ferd îmânını...

Ashâb dostu dostumuz;
Budur Hakk’ça yolumuz!
Dâlle vâcib buğzumuz;
Kır, takiyye tâsını!..

Selâm şeyhaynımıza!
Selâm hulefâmıza!
Selâm Hakk yolcumuza!
Sev, Rasûl yârânını...


Cemel-Sıffin erinin,
İctihâddır temelin…
Bütün sahâbîlerin,
Öperiz ayâğını...

Âişe vâlidemdir,
Dil uzatan kâfirdir…
O, mutlak afîfedir,
Âyet sildi yâşını...

Muâviye ashâbdan,
Vahye kâtib bil Hakk’dan,
Hissesi var Furkân’dan,
Aldı Hakk rızâsını...


Selâm vâlidelere!
Selâm seyyîdelere!
Selâm sahâbîlere!
Çiğnetmem haklârını...


Sevmeyen sahâbîyi,
Sevemez son Nebî’yi...
Sahâbînin herşeyi,
Taşır Hakk bey’atını...

Sahâbî bırakılmaz,
İstisnâ da yapılmaz,
Dâll gürûhla sapılmaz,
Yâr bildim tamâmını...

Mahrûm kılma ey, Rahmân!
Ashâbla haşrımızdan…
Ve şefâatlarından,
Yaparız bayrâmını...

Selâm Rasûl yârına!
Selâm ashâb dostuna!
Selâm sünnî ıhvâna!
Ki, yazdım kârlârını...

4.9.1985 J

27 Aralık 2008 Cumartesi

(5) ASRIN EĞİLMEZ VE BÜKÜLMEZ ÇELİK ÎMÂNLI KALEMİ KOCA ÜSTÂDI İHTİRÂMÂT-I FÂİKAMIZLA YÂDEDERKEN, RÛH-I ŞERÎFLERİNE ALLÂH AZZE VE CELLE’DEN RAHMET-İ VÂSİA NİYÂZ EDİYORUZ…



O’nun kaleminde hendesesini bulan aşağıda iktibâs edeceğimiz şu hakîkatleri son bir asır içinde hangi şâir, îmân-küfür tefrik çizgisini, O’nun yüzde biri kadar müşahhaslaştırıcı bir misâlle ortaya koyabilmişdir?. Îmân tazelemek borcunda olduğuna inanan her mü’minin, susuzluğunu giderecek bir aşk, vecd ve şevkle kalben tekrar tekrar okuması icâbeden binlerce satırından bir avuç kadarı buyrun:
“- Bir adam ömrü boyunca bir şarap fıçısı içinde otursa ve yalınız şarapla yaşasa da “Bu haramdır, biliyor ve doğruluyorum; ama ne yapayım ki, nefsimi yenemiyor ve ondan vazgeçemiyorum!” dese, hareketi sadece günaha girer de, ömrünce ağzına alkol almamış başka biri “Ben içkiyi bünye ve mizâcıma uymadığı içün içmiyorum; İslâm’da haram olduğu içün değil!” dese, onunki günah üstü bir şey, KÜFÜR olur… Görülüyor ki, İMÂN öyle bir örümcek ağı ipliği ki, dünyaları assalar kopmaz da, bir püfle gidebilir……. Dînimizin sahâbîlerden sonra en büyük insanı, eseri “Allah ve Rasulünün Kitabları müstesna en yüksek Kitab” kabul edilen İmâm-ı Rabbânî Hazretleri, İTİKAD arsası tam temizlenmeden ve düzleştirilmeden hiçbir amelin kıymeti olmayacağı hükmünü ortaya koymuş olduklarına göre, İMÂNda ilk iş, Allâh’ı hakkıyla tenzih edebilmek ve bu tenzih borcunu kısıtlayıcı FİKİR VE KELÂM FUHŞUNDAN KURTULMAKDIR. Nitekim Kâinâtın Efendisi gelinceye kadar hakk olan Îseviyyeti (Îsâ Aleyhisselâmın Müslümanlık olan dînini), O’ndan evvel ve sonra bozan hristiyanlar (nasrânîler), hep bu ilâhî tenzihde düşdükleri uçurum yüzünden helâke gitmişler, bu küfürlerini de, Kâinâtın Efendisini tanımamak küfrü üstüne ilâve etmişlerdir.
Dîn ölçüleri ve incelikleri bahsi sonsuzdur. Fakat dîn da’vâsının topyekûn cümle kapısı, Allâh’a itikâdın nasıl, ve bu itikâdı bozan şeylerin neler olduğunu bilmekdir. Bu bakımdan küfrü mucib halleri (101) madde halinde belirtiyor ve mü’min geçinenlerden bir haylisinin lâübâlilik gösterdiği ilk ve en büyük hudud riâyetini ortaya koyuyoruz.”
İşte, bizzat kendi kalemiyle de beyân buyurduğu gibi Merhûm Üstâdın üzerine titrediği ve “MÜMİN GEÇİNENLERDEN BİR HAYLİSİNİN LÂÜBÂLİLİK GÖSTERDİĞİ İLK VE EN BÜYÜK HUDUT RİÂYETİ”, NİCE HORMONLA ŞİŞİRİLMİŞ İRİ VE BÖYYÜKBAŞ ADAMLARDA GÖRÜLEMEMİŞ; bunun için de bu böyyükbaşların peşine takılan millet, bugün bataklığın içinde gırtlağına kadar batar hâle gelmişdir… Çünki mutlak bir hakîkatdir ki, akîdenin=i’tikâdın=îmânın=tevhîdin iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez…
Yoksa, Yardakoğlu vezninde bir Bardakoğlu veya lâbis-i libâs-ı katrânî bir (başpiskopos) vezninde bir sarıklı (başpolitikos), dîni içden yıkmak içün ne bugün geldiği noktaya gelebilir; ve ne de, sarık-cübbe ile koyun sürüsüne veya (cumhûrî ruhban sınıfına) kurtdan bir çoban olabilirdi!?..
Mason Efgânî ve Abduh gibi Avrupa ve Garb modernite ve sekülarizmi karşısında aşşağılık komplexi denilen ruh marazına yakalanmış herifleri, bu milletin önüne örnek alınması i’câbeden şahsiyetlermiş gibi diken Kur’ân şâiri(!) bazı zevât olmasaydı; ve DİB denen yer de, o masonların çizgisinde bir İslâm(!) uydurmak üzere 1924’de kurulmasaydı; bugün bunca rezilliklerin bini bir paraya havada uçuşabilir miydi?!..
İbn-i Teymiye denen hem dâll hem mudill mahlûkun tutuşturduğu (teşbih, tecsim ve hulûd v.s. mes’elesi), Mason Efgânî ve Abduh felsefesi ile yoğurulub bazı şâirlerin kellesinde “cehennemin göğüsde söndürülecek!” kadar ıvır zıvır ve sıradan bir mekân olduğu sapıtış ve dalâletine inkilâb etmeseydi; bugün, Hoşgörü ve Diyalog mezheb-i Vatikânîsinin meczubları tarafından o CEHENNEM, Kur’an, mütevâtir Hadîs ve mütevâtir İcmâ’a rağmen ve bunları reddederek, ehl-i kitab denen küffâr u füccâra da müslümanlar kadar ebediyyen “yasak bölge!” hâline getirilebilir miydi?!..
Dün, “cehennemi göğsünüzde söndürürseniz!” bugün, o cehennem, cehennemliklere, hem de muhalled fin’nâr olan ve kitâbî denen kefere sürülerine kapatılır; ve o aynı cehennem yarın da, bu cehennem itfâiye müdür ve  amelesini tepeden tırnağa kuşatarak sonsuz kere kavurur ve haşlar hâle geliverir!… Hem de yalınız kâfir ve müşrikler içün değil, münâfık ve mürtedler içün, üstelik bir de, cehennemin dibinde yani esfelinde ve muhalleden…
Cehennemin, çocuk oyuncağı ve öyle göğüsde bilmem nerede söndürülecek bir mekân olmadığına, tam tersine, onun ne kadar acıtan ve korkulması gereken bir mekân olduğuna Kelâm-ı Kadîm nice âyetleriyle nasıl işâret buyuruyor, nasibse ilerde ele alacağız…
Temel prensiblerini, 1924’de kurulduğu günden beri Efgânî-Abduh gürûhunun ve “cehennemi göğsünde söndürenlerin!” ve vahyi “dogmalar” diyerek reddeden  politika “devlerinin” çizgisinde ve  85 senedir de binbir tahrif, tağyir, tebdil, telfik, taktik, takıyye ve tefsik ile devam etdiren DİB denilen yerin hakîkatını, bir de burayı kuran ve millete bir asra yakın kan kusturan laik jakobenlerin bizzat kendi dillerinden dinleyib tesbit edelim:
29.7.2008 Salı günü, (Haber Türk) fitnevizyonunda Milli Görüş Lideri ve 54. hükûmetin başbakanı Prof. Dr. Necmüddîn-i Erbakânî Es-Sinobî Hazretlerinin sâbık cumhurreisi namzetlerinden ve bir numaralı ateist, yani ateistlikde su katılmamış usta ve duâyen ateist Prof. Mümtaz Soysal, öğle üzeri A.B.’nin T.C. masası başmurâkıbı veya başkomiseri Hollandalı Lagenday nâm kabuklu ile çene düellosunda, aynen şu korkunç i’tirâf ve hakîkatları dünyâya duyurmuş ve böylelikle de, cehenneminin üzerine en büyük körük ve benzin bidonlarıyla çullanıb onu indifâ’a şöyle hazırlamışdır:
1) “- Diyânet İşleri Başkanlığı, Dînin, Cumhûriyet ilkelerine uygun olmasını sağlayan bir kurumdur…”
2) “- Halkın, dînin tesirinde bırakılmaması lâzımdır…”
3) “Türban, gamalı haçın mukâbilidir, onun gibi bir bayrakdır…”
Kabuklu Lagenday’ın bile:
“-Ben şok oldum, tartışmaya devamda fâide görmüyorum!”
Demek zorunda kaldığı bu ifâdeler, nâmütenâhî korkunç ve iğrenç olmakla berâber, aynı zamanda da beyân etdiğimiz hakîkatların ve vâkıanın alabildiğine apaçık bir isbât ve i’tirâfıdır… Süper islâmsevmez ve ateist Soysal’ın yukarıya aldığımız üç ibâresi ile, bir asırdır apaçık ortaya konulmak istenen laik, modern ve ateist jakobenizm odur ki:
“- Türkiye’de İslâmiyyet’e aslâ hayat hakkı verilemez, O’na bu hayatı tanımak yasakdır. Laiklik, bu yasağın put haline getirilişi; sekülarizm ise bu putun (tanrının) dînidir… Halk dilindeki “dinsizliğin”, İslâmiyyet’in yerine mutlaka konulması ve O’na mutlaka hâkim ve egemen olması şartdır… İşte bunu, kademe kademe yapacak olan yer, âyet, hadîs ve topyekûn dînî delilleri “cumhûriyyet ilkeleri” hesâbına yamuk yumuk etmek üzere te’vil ve tebdil edecek, değiştirecek ve sulandıracak merkezî mihrâk noktası; bir başka ta’birle dînî ıstılah ve ilimlere ağzı burnu dönen adamların teşkil etdiği (ruhban sınıfı) ve (bel’amlar) karargâhı, o DİB denen yerdir…
Dost ve düşman bütün dünyâ çok iyi bilmektedir ki, i’tikâdın=tevhîdin=akîdenin iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez; ve İslâm içün bu iflâsın  kalıplama, yargısız infâz ve  hesâb merkezi de, ancak böyle bir müessese olabilir. Onun içün de, 1924’den beri bu iflâs etdirme çarkı, sarıklı başpolitikoslarla döndürülüp durmaktadır…”
Sadede gelecek olursak, “cehennemi göğsünde söndürecek!” şuarâ ve üdebâ(!) takımları, dînî zarûretleri bu kadar mıncıklayıp maskaraya çevirmeselerdi; ve mason Efgânî ve Abduh makûlesi “küfür timsâli” herif-i nâşerifleri, milletin önüne, misâl alınması i’câb eden modeller olarak çıkartmasalardı; ve aşşağılık duygularına gömülerek garba ve moderniteye hayranlık sapıklığının yollarını açmasalardı, bugün Hollandalı kabukluları bile şok eden (hâin) takımları nasıl yetişirler ve bu kadar azgın beyanlara nasıl yer verebilirlerdi?..
Ve samanaltından su yürütmeye bile artık lüzum görmeden sap-samanyolu takımının kanalizasyonunun (21 Ocak 2008 târihli ana haber bülteninde) Papalığın Türkiye mümessili Marovitch denen papaz herifin bir i’tirâfı ise, son derece çarpıcıdır.  Adamın, kendi adamı olanları  yüzde yüz fâşetmeye apaçık hüccet olan; ve hakîkatı karşısında iliklere kadar ürperti duyulması i’câbeden; ve İslâmiyyet’e ihânet hâlinde olanların sırrını patlatırcasına gözlere sokan vesîkalık cümlesine bakınız:
“- Allâh, Fetulla Gülen Hocfendiyi özel olarak görevlendirmişdir!”
Kâinâtın Fahri Aleyhisselâm hakkında (Kezzab yani yalancı peygamber) i’tikâdını, dîninin ana temeli yapan bir papalık teşkîlâtının, T.C. temsilcisi vâsıtasıyla kendileri dışında bulunan ve müslüman(!) olan bir mahlûku, “Allah tarafından özel olarak görevlendirilen!” bir ulu kişi ilân etmesine imkân ve ihtimâl var mıdır?.. Ve lâbis-i libâs-ı katrânî papalık târîhinde, bunun en küçük bir misâline bile rastlanılabilmiş midir?.
O halde?.
Bu beyân ve i’tiraflar neyin nesidir; ve bunları hâlâ görmeyen, duymayan ve dile getiremeyen kör, sağır ve dilsiz takımlarına hangi mühür çözücü ile yaklaşılacakdır, çâre bilen beri gelsin!..
Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Bey, “cehennemi göğsünde söndürmek!” gibi şeytânî palavra edebiyyâtından tenzîh edilen; ve fakat “cehennem korkusundan” göz yaşı dökerek yaşayan bir mü’mindi…
Bu babdaki bazı muhalled ve lâyemût satırlarını, “cehennemi göğsünde söndürme!” donkişotluğu peşindekilerle mukâyese içün aşağıya alalım ve aradaki nâmütenâhî farkı dehşetle görelim… Hele Allâh ve Rasûlü düşmanlarına “buğz ve adâvet” bahsini de buna ilâve ederseniz, farkın ne kadar çarpıcı olduğu apaçık ortaya çıkacakdır… Üstelik, bu buğz ve adâvetin “hoşgörü-diyalog” tuzak ve dolapları ile müthiş şekilde aşındırılmaya çalaşıldığı ve cehennemin neredeyse iblisçe söndürülmeye(!) ıkınıldığı günümüzde, Üstâd Merhûmun muhalled satırlarından, rûhumuza bir demetçik îmân ve  gül râyihası daha çekelim:
“- Cennet ve cehennem ehli kimlerdir? Cennet ehli şunlardır ki, kalbinin en iç noktasında, Allâh’ın râzı olduğu şeyleri ve kişileri sevmek ve buğzetdiklerini sevmemek keyfiyeti vardır. Hatta bu insan, fiil ve hareket bakımından düşüncesine aykırı işler yapsa bile…
Böyle kimselerin muhâsebesini, Mahşer günü bizzat Allâh görür ve öbür insanlarla bu gibilerin arasına perde çeker. Muhâsebeden sonra da meleklere bu kullarını cennete koymalarını emreder.
Melekler Allâh’a:
“- YÂ Rabbi!” derler, biz bu kullarında cennetlik olmaya lâyık iyi bir iş görmedik. Dünyâdaki bütün fiil ve hareketleri Şeriat’a aykırıydı. Onlara cenneti ihsan etmendeki hikmet nedir?
Allâh cevap verir:
“- Meleklerim! Gerçi dedikleriniz doğrudur; lâkin onların kalbinde benim sevgim yer tutmuşdu. Beni sevdikleri gibi, sevdiklerimi de sever ve sevmediklerimi sevmezlerdi. Cennetimi onlara bu yüzden ihsan ediyorum…
Cehennem ehli ise bunların aksidir. Kalblerinde ilahî sevginin zıddı bir kabalık, gizli bir kasvet, bir buğz ve adâvet vardır. Hatta bunlar, zâhirleri bakımından iyi işler ve Şeriat ölçüleri çerçevesinde hareket etmiş olsalar bile… Başlangıçda böylelerinin kendilerince de bilinmeyen bu rûhî halleri, ölüm döşeğinde son nefesini verecekleri zamandan biraz önce birdenbire zuhûr eder ve ilâhî rızâya bağlı amellerden birinin aleyhinde veya Allâh’ın buğzetdiği işlerden birinin lehinde bir fikre, yani küfre yol açar ve sâhibini ebediyyen cehennemlik kılar…”
Merhum Üstad “cehennemi göğsünde söndürme!” arazözü gibi ortada tantana, gulgule ve velveleyle dolaşmakdan Allah’a sığınmış, tam tersine, yukarıya aldığımız şu bir avuç satırıyla bile, cehennemlik olmakdan nasıl korkulub titrenmesi ve havf ile recâ arasında kalmanın o muhteşem inceliğine riâyeti,  yalınız bu satırlarıyla değil, bir ömür boyu kuyumcu hassâsiyeti ile işlemiş ve  sevenlerine mîrâs bırakmışdır…
Rahmetullâhi aleyh…

19 Aralık 2008 Cuma

(4) ASRIN EĞİLMEZ VE BÜKÜLMEZ ÇELİK ÎMÂNLI KALEMİ KOCA ÜSTÂDI İHTİRÂMÂT-I FÂİKAMIZLA YÂDEDERKEN, RÛH-I ŞERÎFLERİNE ALLÂH AZZE VE CELLE’DEN RAHMET-İ VÂSİA NİYÂZ EDİYORUZ…


Bir evvelki makâlemizde şöyle arzetmişdik:
“-Evet, Merhûm Üstâd Necib Fâzıl Beyin ne olduğunu ehline bırakarak, biz, O’nun ne olmadığı üzerinde DEVÂM niyetindeyiz…”
Merhûm’un en baş husûsiyyeti, lekesiz ve pürüzsüz bir ehl-i sünnet ve’l-cemaat akâidine sâhib oluşudur. O, “mecaz ve istiâre v.s” maskesi arkasına sığınarak dînin zarûriyyâtı ile bazı şâirler gibi muâraza etmemiş, onları hafife almamış, Efgânî ve Abduh gibi mason hazeleye aslâ meddâhîn olmamış; “gelenin keyfi için geçmişe kalkıb sövemem” deyişdeki mertlik ve dürüstlükleri lâf u güzâf ve palavrada bırakmamış, tam tersine, hapishânelerde geçen çileli ömrüyle fiilen isbât etmişdir…
“İslâm da’vâsı” diye (samimiyyetle) ortaya çıkan, şâirinden siyâsetçisine kadar kim olursa olsun, eğer sahtekâr veya ahmak bir hormonlu değilse, “İslâm akâidini” ruznâmesinin en başına geçirmek; ve mülevves, moderniteden peydahlanma ve nesebi gayr-i sahih politikayı, i’tikâda aslâ zarar vermeyecek bir noktada kazığa çakmak mecbûriyyetindedir… Samîmi bir ferd, cemaat, millet ve ümmet içün muvahhid bir müslüman olmanın lâzım-ı gayr-ı mufârıkı mutlak ma’nâda budur… Bunun da en başında, “Zarûrât-ı dîniyyeyi” cezm ve yakîn derecesinde tasdîk ve tahsîn gelecekdir… 15 asırdır, bu mutlak dînin temel ve fârık kânunları, hiçbir şâirin palavra edebiyyâtıyla değil; AKÂİD İMAMLARININ Kitâb, Sünnet ve icmâ-yı ümmeti temel alan ve mutlaka bunlara müstenid bulunan tesbitleri ile yürümüşdür. Bu da, şu muhkem akâid ana kânûnu ile önümüzdedir:
“-Îmân bir mu’cibe-i külliyyedir; bunun zıddı olan küfür ise, sâlibe-i cüz’iyye ile meydana gelir.”
İster şâir, ister bilmem ne, kim olursa olsun, ferd, onbin satırıyla onbin dînî zarûrete tek tek îmân etse, bir tek satırı ile de dînî zârûretlerden bir tekinde inkâr, şübhe, tereddüd veya tahfîf ortaya koysa, onun Şerîat nazarında beş paralık kıymeti kalamaz, o adama aslâ “müslüman!” denilemez… Bu nokta, Merhûm Üstâd’ın satırları ile bilâhare gelecek…
Binâenaleyh, akîdevî iflâsdan daha berbat ve müptezel bir iflâs, ferd-i vâhid içün olsun, bir cemaat içün olsun, bir millet içün olsun, bir ümmet içün olsun aslâ düşünülemez…

ƒ
ƒ  ó
ƒ

Eğer Üstâd Merhûm da, bu akîdevî temellere sımsıkı bağlanmayıb bazıları gibi mason Efgânî-Abduh gibi garb modernitesi önünde aşşağılık hislerine mübtelâ hazeleye (hâşâ ve kellâ) yalaka ve meddâhîn olma yoluna girseydi; veya bunlardan son derece uzak ve îmânının da som erkek ve mert bir direnişçisi olmasaydı; ve Üstad Merhûm da, birilerinin yapdığı gibi Osmanlı devrinde yazdığı manzûmelerinde “hilâfet” müdâfiiliği yaparken, cumhûriyyet devrinde ise, gelenlerin keyfi için bu manzûmelerindeki “hılâfet” kelimelerini sürgüne gönderib, yerlerine “kudret” ve “hükûmet” kelimelerini serpiştirse idi; O’nun da bir manzumesi devlet marşı olur ve el üstünde tutularak kimi zaman “millî şâir”, kimi zaman da “Kur’ân şâiri” ilân edilerek rütbe üzerine rütbe sâhibi kılınır ve hapishânelerde çileli bir hayat sürmekden de elbetde kurtulurdu!..
Binâenaleyh, Üstâd Merhûm’un Osmanlı devrinde “hilâfetçi”, İttihâd-Terakkî (İT) devrinde (İTÇİ), cumhuriyet devrinde “bilmem neci” olduğuna kimse aslâ rastlamamış; ve O’nu yalınız dostları değil, düşmanları bile böyle müptezelliklerden tenzîh etmişlerdir…
Merhûm, “gelenin keyfi için geçmişe sövmemenin” lâf u güzâf ve palavrayla ticâretini yapanlardan olsaydı, O’nun da birileri gibi, (itçilerin) keyfi içün Gök Sultân ve Halîfe-i Müslimîn Cennetmekân Gâzî Abdülhamid-i sânî rahimehullâhi Teâlâ Hazretlerine “sövmesi”, hem de en edebsizce “sövmesi”; ve meselâ “milleti sefil etdin”den başlayıb, hayâsızlığını ve hezeyanlarını “kanlı kâbus = kâbus-u hûnî” demelere, “mel’unsun = la’netlenmişsin” demelere kadar vardırması; hatta “rahmetler okutdun RÛH-U İBLİSE” diyecek kadar da azıb kudurması icâbederdi (hâşâ ve kellâ)…
Ve gene, “gelen itçi’lerin keyfi” içün “geçmişe (Halife-i Müslimine) şöyle sövmesi” icabederdi:
“-Gölgesinden bile korkub bağıran bir ödlek/Otuzüç yıl bizi korkutdu (ŞERİAT) diyerek…”
(Hâşâ ve kellâ…)
Eğer Üstâd merhûm da “gelen itçi’lerin keyfi” içün Halife-i Müslimine yani “geçmişe kalkıb sövmeyi” ve hakâreti göze alan bir edeb ve terbiye müflisi olsaydı (hâşâ ve kellâ), yine şöyle hezeyanlar savurması icâbederdi:
“-Kafes ardında kadınlar gibi saklıydı HAMİD/Al-i Osmandan edilmezdi bu korkaklık ümid!..”
Ve yine, “gelen itçi’lerin keyfi içün geçmişe kalkıp sövseydi”, şu pespâye lâflarla da Halîfe-i Müslimîn hakkında gene hezeyanlar düzmesi (Hâşâ ve kellâ) icâbederdi:
“-Ah o YILDIZ’DAKİ BAYKUŞ ÖLÜVERMEZSE eğer, âkıbet çok kötü…”
Bu kabil âdî lâf u güzafla, “gelenin keyfi içün geçmişe kalkıb sövemeyecek” adamın, gelen itçi’lerin keyfi içün Halife-i müslimine yakası açılmadık SÖVME’leri, en aşşağılık kahvehâne ve tophâneli ağzıyla sıralaması, bir “Milli Şâire!” hele hele “Kur’ân Şâirine!!!” ne kadar yakışır; ve onu ne kadar dünyâ ve âhıretde zillet ve hasâretden kurtarır, bunun, dernekçi-dergâhçı-edebi atçı-mürîdân ve tirîdân ve âşikân u sâdikân tarafından (ezberleri bozma adına) ele alınmasının vakti, çokdan geldi de geçdi bile… Şu tophâneli ve köprüaltı edebiyâtıyla, bu cihanda “Kur’ân şâiri” olanlar bile varsa, öyle edebi-atçıların edebi-atçılıklarına (nobel bilmem nesinin) bile mutlaka az geleceği îzâhdan vâreste bilinse gerekdir!…
Buyrun, müslümanların ve oğuz soyunun devletini 33 sene yedi değil onyedi düvele karşı ayakda tutmasını ve ümmetin de dîn ü nâmûsuna babalık yapmasını hakkıyla bilmiş bir GÖK SULTÂN’a karşı, şiir ve edebiyât bilmem nesi altında ağız bozma ihtilâc ve tepinişleri:
“-Sefil edici, kanlı kâbus, mel’ûn, iblise rahmet okutan, ödlek, Şeriat diyerek korkutan, kadınlar gibi, kafes ardındaki, Yıldızdaki ölesi baykuş… v.s!”
İşte, “Rahmetli Üstad ne idi?” derken, bunun cevabını ehline bırakıyor; ama ne olmadığı noktasında da diyoruz ki, O, böyle tophâneli ve köprüaltı ağzıyla Büyük Sultân ve Halîfe-i Müslimîn’e, “gelen itçi’lerin keyfi içün kalkıb asla sövmemiş”; ve bu kabil seviyesizliklere de aslâ düşmemişdir…
El-Hayâ, El-edeb...
İnsan olana, şart derecesinde lâzım olan, “Millî Şâir, Kur’ân Şâiri!!!” gibi hormonlu etiket ve şişirmelerden evvel, bin kere evleviyyetle lâzım olan, ancak budur: El-Hayâ, El-Edeb…

ƒ
ƒ  ó
ƒ

Maalesef bu tophâneli ve köprüaltı ağzıyla yazılan ve yapılan ve “gelen itçilerin keyfi” içün düzülen vesîka çapındaki hezeyanlar; ve hele, i’tikâda taallûk eden benzeri bin kere daha dehşetli çarpıklık ve yamukluklar, hâlâ kitâb diye basılıb durmakda; ve “Abdülhamid Hânın Rûhundan İSTİMDÂD” serlevhalı başkalarına âid manzûmelerde gösterilen pişmanlık ve afv u mağfiret yakarışları, tam yüz senedir hâlâ ortaya konulamamaktadır… Böylece de, (hatadan, tophânelilikden, sövme ve küfürden kurtulma ve dönme fazîleti) bir türlü kâinâta ilân edilemiyor!… Nice dîn, îmân, vatan, nâmûs ve milliyet eşkıyâlarının iâde-i i’tibâr mes’eleleri ruznâmeye getirilebiliyor da, hiçbir ihâneti değil, bir tek tedbirsizliği bile bulunamayan, dünyâ çapında dâhî bir Müslüman-Oğuz Devlet Reisinin değil iâde-i i’tibârı, müslüman geçinenlerin mukaddes “Bibel”i gibi elde gezen kitâb-ı mukaddeslerinde bile, o köprüaltı ve tophâneli ağzıyla edilen sövme ve küfürlere “bir son verelim!” demek, kimsenin insanlığına ve islâmlığına ters düşmüyor!… Bin kere yazıklar olsun!.
Ne denir, nasib meselesi!.. Akîdenin (İ’tikâdın) iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemez…
Aslında, yukarıya aldığımız bazı hususların (akîdeye=i’tikâda) taallûk eden cihetleri üzerinde, çok daha derinliğine durulması da i’câb eder kanaatindeyiz… Bu memleketde, gâvurlarda olduğu kadar da olsa “Kral çıplak!” diyen bir Allah’ın kulu çıkmayacak ve “ezberler bozulmayacaksa”, sözün bitdiği noktaya gelinmiş demekdir… Sodom, Gomore, Bizans ve Roma’nın encâmı neyse; iflâh olmayacakların ve dilsiz şeytan=şeytân-ı ahras olmakdan memnun olanların encâmı da, o olacakdır elbet…
Geçen nüshamızda, Süleyman Nazif denen adamın bazı şâirler hakkında yazdığı satırların, ne kadar i’tikâdî (akîdevî) hezeyanlar olduğuna bir nebze işâret etmiş ve şöyle beyanda bulunmuşduk:
“-Merhûm Üstâdın arkasından böyle mülevves satırlara kimse cesâret edemiyorsa eğer, işte merhûm, cezm ve yakîn derecesinde sahih bir îmân sâhibi olarak o mülevves havayı teneffüs edenlerden (olmadığı); ve o mülevveslerle ortak hiçbir paydaya ve onlara tarafdârlığın kırıntısına bile sâhib ve mâlik (olmadığı) içündür…
Üstâd Necib Fazıl Merhûm’un Müslümanlığı, lâf u güzâf ve edebiyatçı Müslümanlığı değildi… O’nun Müslümanlığı, modernite, reformizma, masonizma, felsefe, çağdaşlık=asrîlik, laisizma, sekülarizma ve dembokrasi bulaşıklıkları taşımakdan; ve Garb hayranlığı gibi bir cüceliğe ve aşşağılık hissine mübtelâ olarak hakkı bâtılla “TELBİS” bulaması hâline getiren hazelenin dini bir din olmakdan, mutlaka münezzeh bulunuyordu… Zâten, Merhûm’u asrın bükülmez ve aslâ kırılmaz kalemi yapan baş âmil de, bu idi… Aksi halde O’nun da, hormonlu bir şâir şişirmesi olması kaçınılmaz bulunurdu. Halbuki O, “cehennemi göğsümüzde söndürürüz!” gibi hezeyanlarla zarûrât-ı dîniyyeyi ayağının altına alabilecek bir takım i’tikâdî mezhebsizlik ve savrukluklara aslâ düşmediği gibi; bazı dernekçi-dergahçı mürîdân-ı tirîdân ve âşikân-ı sâdikân gibi, bu kabil i’tikadî sapıklıkları “mecazdı-istiâreydi-bilmem neydi!” soylu ve şer’-i şerîf indinde aslâ ve kat’ıyyen ve kâtıbeten mu’teber olmayan te’vil ve lâf cambazlıkları ve münâfık gözbağcılıkları ile örtme peşindeki kuru kalabalıkları, peşine takmaya aslâ iltifât da etmemiş, hatta bundan nefret ederek yaşamışdı…
Çünki O biliyordu ki, (Akîdenin=İ’tikâdın iflâsından daha berbat ve rezil bir iflâs düşünülemezdi…)
O, birilerinin vitrin mankeni hâline getirmek için hormonlayıb şişirdiği bir “millîyyet veya Kur’ân şâiri!” değil; Kur’an başta, mütevâtir Sünnet ve mütevâtir icmâ’ın hüküm ve haberlerine yani zarûrât-ı diniyyeye ve hemen ardından da edille-i erbaanın tamâmına ahkâm-ı ilâhiyye diye bakan bir “îmân ve İslâm şâiriydi…”
O, bu günki DİB’çi, diyalogçu, mezhebsiz, nesebsiz ve ilâhiyyâtçıların kısm-ı a’zamını teşkîl eden soytarı ve madrabaz takımların rağmına, kıyâs-ı müctehidîni de (vaz’-ı beşerî değil, vaz’-ı ilâhî olarak) kabûl ediyordu…
O, 15 asırlık ve icâzet silsilesi ile gelen; Teymiye-M. İbni Abdülvehhâb-Musâ Cârullah-Efgânî-Abduh v.s. gibi hem dall hem mudill ve “Doğru Yolun Sapık Kolları” üzerinde semiren heriflerin sulandırılıb bulandırmasından da mutlak ma’nâda münezzeh bulunan; “İbrâhimî” bir tek mutlak dîne “dinim” diyen ve bu dinde salâbet ve ciddiyet sâhibi bir “ÎMÂN ve EDEB ŞÂİRİ”, aynı zamanda edîbi ve o mutlak yolun mücâhid ve çilekeş bir mîmârıydı… Rahimehullâhu Teâlâ…
O’nun ne olmadığına devam diyoruz…