29 Ocak 2007 Pazartesi

LAHEY KABUKLU GAVUR MAHKEMESİ


Milli Görüş lideri ve 54. Hükûmetin Başvekili Profesör Doktor Necmü’d-din Erbakan Beyefendinin basın organı Milli Gazete’nin 10 Ocak 2007 Çarşamba tarihli nüshasının 8. sahifesinde, Saadet Partisi kurmaylarından Doçent Doktor Oya Akgönenç bacılarının kaleminden:
“ – Yakalandığı andan beri Amerikalıların kontrolündeki bir bölgede hapisde tutulan ve aylarca trajikomik bir mahkemede, Amerikalıların tayin etdirdiği hakimlerce yargılanan Saddam’ı, asıp toprak altına gömene kadar (bizden: gömünceye kadar olacak) rahat edemeyen El Mâlikî acabâ şimdi neyin bunalımında?”
Tahrirat, ortalara doğru, “alınacak dersler” ara serlevhasından sonra, şöyle devam etmektedir:
“ – Böylesine bir dava MUTLAKA Uluslararası bir mahkemede, mesela Lahey Adalet Divânında görülmeliydi. Aynen, Bosna savaş suçlularının yargılandığı gibi. Bu hata tekrarlanmamalıdır.”
Milli Görüş’ün “modernist ve çağdaş” bacısı, alınacak dersin de, “modernist ve çağdaş” mîzâna uygun olmasını öğütlüyor. Öyle ya, Lahey Adalet Divânı dururken, dâvâyı Allah ve Rasûlüne ircâ’ edip, bir Şeriat mahkemesinde muhakeme edilsin diyebilir miydi hiç? Demek ki, bundan sonra zuhur edecek bu kabil dâvâlar için, mutlaka lâbis-i libâs-ı katrânî hâkimlerden müteşekkil kabuklu gavur mahallerine gidilirse; ve oralardan da adâlet zuhûr edeceğine inanılmış olursa, demek ki ders alınmış olunacak!..
Milli Görüş’ün “modernist ve çağdaş” bacıyânımına acaba sual edildikde:
“ – Pek sayın bayan bacıyânım! Cemaat-ı meşhureniz, hamamın namusunu değil de, partilerinizin namusunu kurtarmak için “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine” mürâcaatlarınızın neticesinde, demek, “iyi ders almış olmalısınız” ki, aldığınız bu derslerden, Dünyanın dahi azim istifadesine çalışıyorsunuz! En kalbî tebrikler... Avrupa kabuklu mahkemelerinden, İslamiyyetin lehine veya memâlik-i İslamiyyenin lehine veya hükûmât-ı İslâmiyyenin lehine bir tek karar çıkdığına, ne zaman ve nerede şahid olduysanız; ve buna, aklen ve naklen bir ihtimal bulunduğunu nerede gördüyseniz; ve yine bunun Şeriat-ı İslâmiyye nezdinde câiz olduğuna dair hangi akâit, fıkıh ve tefsir müdevvenâtında üç satırlık bir hükme rastlamışsanız, bunu da ortaya koymanız, ilmi haysiyyetiniz nokta-i nazarından size bir vecibe değil midir? Dîni bütün Milli Görüş cumhûr-ı ulemasının da, bu hususdaki “çağdaş ve modern” fetvalarına, âcilen ve serîan ihtiyac messetdiği, îzâhdan vârestedir. Ancak, hey’et-i fetâvânın, buna mübaşeretden evvel, blogumuzdaki "ULÜ'L-EMR, NİZÂ', TÂĞUT, MÜNÂFIK VE MUHÂKEME MESÂİLİ BEYÂNINDADIR... " serlevhalı yazımızdaki muharrer tefsir satırlarını kıraat buyurarak, feyziyâb olmaları da, mevzuun ve dâvânın imâna taalluk eden vechesi münasebetiyle ve âcil lüzûma binâen, harâretle tavsiye olunur... Bunun aynı zamanda:
“ - Millet-i İslamiyyenin, kefere mahkemelerinden adalet idhal etmek üzere oraların muhakemesine muhtac olduğu, dünya tarihinde görülmüş ve duyulmuş mudur ki böyle bir hal-i ibtizâle müsâraat edilmektedir!”
Deyû, mütehayyir, müzebzeb ve mütereddid bir halde kalan partili garib gurabâ ve fakir fukarâyı da rahatlatacağı îzâhdan vârestedir!.
Vesselâmu alâ menittebeal hüdâ..
  

24 Ocak 2007 Çarşamba

DÜNYÂYI SARAN PUT


Îmân ve küfür hattı, Âdem Aleyhisselâm’dan kıyâmete kadar devâm edecek; en ana ve asıl iki hat... Buna biz, biri (vahyin), öteki (nefsin) hâkimiyyetindeki (akl)a âid iki hat da desek olur...
Vahyin hâkimiyyetindeki akl, salâhiyyet, ihâta, tâkat, sâha ve her hududlu vasfını bilen, terbiye görmüş ehlî akl...
Nefs hâkimiyyetindeki akl ise, birincinin aksine terbiye görmemiş, gayr-ı ehlî yani yabânî akl!. Bu, ehlî aklın karşısında, vahye bir beygir tepinişiyle çifteler atan, binbir (yabânîler) kalabalığından mürekkeb bir cins...
Akl, vahyin değil de nefsin hâkimiyyetine girince, vahyi redd mecrûbiyyetini varlığının yegâne çâresi olarak görecek; ve vahye âid nizâmın karşısında, onun tersden bir mukallidi gibi durmaya çabalayacakdır... Frenkçeleştirirsek, (reaksiyonerliğin) yani aksü’l-amelciliğin cebhesini “sistemleştirecekdir”. Bu da, nefs hâkimiyyetindeki aklın cehdi ve havanda su dövmesiyle, nazariyyatda (felsefe) olarak fişlenir!

Bunun tatbikâtı ise, amelî sâhaya aksetmiş (tâğutlar) yani topyekûn devlet ve hükûmet sistemleri, partili ideolojiler, beşerî dinler, mistik faraziyeler, felsefî ekoller = mektebler, (ilkeli, ülkülü, tilkili ve türkülü) nakarâtlar v.s. olarak görülmektedir...
Bugün nefs hâkimiyyetindeki akl, en kabadayı şeklini, bütün dünyâyı saran bir iri (tâğut) olarak “halk” putu hâlinde allayıp pullamada; ve (bâtıl dünyâ dîni) mukaddesliği ile de bunu, misyonerlerinin eline tutuşturmada... Bu, nefs hâkimiyyetindeki aklın, doğrudan doğruya kendi kendisini ilâhlaştırmasıdır...
Vahyin, “Allâh’dan başka tanrı olmaz, yokdur” terbiyesiyle aklı ehlîleştirmesine mukâbil; (nefs hâkimiyyetindeki akl), “Allâh’dan başka tanrı halkdır, benim,ben!” deme ve dedirtme yabânîliği, vahşeti ve terörüyle, dünyânın tepesinde kıç atıp tepişmekde ve onun en büyük belâsı olmaktadır!..

Bunu biz aşağıdaki mısrâların başına “FELSEFE” serlevhasını kondurarak, manzûme yapısı içinden de şöyle tesbit edebiliriz...

FELSEFE
Eğer yapdı ise, ta'rif felsefe;
Yokdur onda vücûd, görülmez ucu!
Terâzîsi tezek, çamurdur kefe;
Tartmaz ele birşey, yalatır avcu!...

Sahrâlarda serâb, sudan ümîdse;
Ru'yâsında çoban, öyle hükümdâr!
Dolap beygirleri, nasıl dönerse;
Feylezof da saka, kırbasız abdâr!..

Gazâlî'm bulmadı “Sînâ” çölünde;
Birkaç avuç rahmet, içib kanmaya!
O kupkuru çöl ki, “Şifâ” va'dinde;
Ebû Hâmid başlar, hasta olmaya!...

Nûr-ı vahyi Yâ Râbb! Kıl âb-ı hayât!
Aklın serâbına bizi düşürme!
Tezekse terâzî, ilâcı berbât,
Şifâ” ararken kul, kabre yürütme!..


  

19 Ocak 2007 Cuma

Besmele ile...

Besmele ile...

Vâcibü'l-vücûd Hazretlerinin mukaddes ve muazzez ism-i şerîfiyle ve O'na hamd ü senâ ile başlar; tahiyyât ve tesbihâtımızı muazzam bârigâh-ı ulûhiyyetine arzederiz...
Salât ve selâmımızı da Server-i Kâinât Hazretleriyle sâir enbiyâ ve mürselîn hazerâtına ve cümlesinin âl ve ashâbı ile tâbiîn, tebe-i tâbiîn ve müctehidîn-i kirâm ve turûk-ı âliyye pîrânımızın ulvî ervâhına ithâfa müsâreât eyleriz...
Rabbim!
Bizi, bize bırakma!
Bizi, tâğutları aslâ tanımamaya azmederek küfre tevbe edenlerden ve böylelikle de sana tam ve temiz, sıhhatli ve kıymetli îmân taşıyanlardan kıl!
Bizi, Şerîat-ı Garrâ-yı Ahmediyye'den bir sâniye ayırma!
Bizi, habl-i ilâhiye cemîan tutunup, rûh-i vâhidle hareket eden bir hey'et-i muntazama-i vahdâniyye eyle!
Bizi, tevhîd üzere ictimâ edenlerden eyleyip, garblı ve şarklı her türlü tefrika ve firkalaşma belâlarından masûn u mahfûz buyur!
Bizi, dîn-i Hakk'ın a'zam-ı erkânından olan tevhîd-i kulûb ve tevhîd-i ef'âl sırrına erenlerden eyle!
Bizi, "yedullâhi maal cemâah" diyenler arasına idhâl edip, cemâatlarını zâyi' ve perişan ederek behemehal perişân olanlardan uzak tut!
Bizi, bir rûh ve bir misâk-ı ictimâî içinde şekillendir!
Bizi, kuru bir kalabalık değil, cemâatle ibâdet etmek için lâzım olan cemâatdan kıl! Tertîb-i ictimâînin tecelliyâtında bir sûret-i mahsûse de olan namazları, rızâna ve şartlarına muvâfık kılmayı nasîb et! Ve böylece yirmidört sâatimizde de saf bağlamanın lezzetini ve seâdetini, dînin dünyâda en büyük feyzi ve nihâî gâyesi olarak lûtfet!
Bizi, ba'del îmân ilk farîza-i dîniyyenin, bu muttasıl yirmidört saatlerle yapılan ibâdetler olduğundan habersiz ve edâsız yaşatma!
Bizi "câhiliyye ölümüne" müncer hayatların elinde müteharrik meyyitler eyleme!
Bizi bu farîzayı edâ edebilen müslümanlardan eyle ki "ve ülâike hümü'l-müflihûn" hükm-i celîli mu'cebince felâh-ı kâmile mazhâr olalım!
Bizi, (aksi halde "velâ temûtünne illâ ve entüm müslimûn" müeddâsı müşkil ve belki müteazzir olur) buyuran müfessirlerin sesini duyanlardan eyle!
Bizi, o müebbed ateşe mahkûm kıldığın ve "Allah'a az çok inansa bile aynı zamanda tâğûtlara da inanan" kâfirlerden uzak tut! Âmîn...
Sana sığındık, muhâfızımız sensin!...

11 Ocak 2007 Perşembe

ULÜ'L-EMR, NİZÂ', TÂĞUT, MÜNÂFIK VE MUHÂKEME MESÂİLİ BEYÂNINDADIR...

ULÜ'L-EMR, NİZÂ', TÂĞUT, MÜNÂFIK VE MUHÂKEME MESÂİLİ BEYÂNINDADIR...  

Müfessir merhum Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin muhalled tefsirinin 2. cildinden iktibâs edilmişdir:

Sure-i Nisâ 59. Âyet-i Kerîme,
Meâlen:
“- Ey o bütün îmân edenler, Allah’a itâat edin, Peygambere de itâat edin, SİZDEN olan ulü’l-emre de... sonra birşeyde nizâa düşdünüz mü, hemen onu Allah’a ve Rasûlüne arzediniz: Allah’a ve ahiret gününe gerçekden inanır mü’minlerseniz... o, hem hayırlı, hem de netice itibâriyle daha güzeldir.” (s.1374)
Tefsîrinden:
“- ...âmirin hılâf-ı kânun emri, me’mûru mes’ûliyyetden kurtarmaz.... Mü’minlerin HER NEREDE BULUNURLARSA BULUNSUNLAR, Allâh’a ve Rasûlüne karşı ma’siyetden ictinâb ve aynı zamanda KENDİLERİNDEN olan ulü’l-emre itâat etmeleri ve tâğûtlara boyun eymemeleri lüzûmunu anlamak lâzım gelir.... Binâenaleyh, ey mü’minler, gerek sûret-i umûmiyyede birbirinizle ve gerek ulü’l-emr ile beyninizde, gerek ulü’l-emr olanlar arasında herhangi bir şeyde nizâ’ ederseniz, onu, Allâh’a ve Rasûlüne redd ü ircâ’ ediniz. Yani, mücerred kendi keyf ü arzunuzla halle kalkışmayınız, müsâdemelere düşmeyiniz, başkalarına da gitmeyiniz. Evvela Allâh’ı, sâniyen Rasûlullâh’ı kendinize merci’ biliniz. Bu hükme ve bu mahkemeye mürâcaat ediniz. Aranızda yegâne hakem ve hâkim, Allâh ve Peygamberi tanıyınız. Muhtelif hükümlerinizi ve fikirlerinizi, Allâh’ın âyâtına ve Rasûlullâh’ın beyânâtına tatbîk ve tevfîk ederek tevhid ediniz ki, Allâh’a mürâcaat, îmânı, tevhid de ihlas ile âyâtullâhı taharrî ve tedkîk, Rasûlüne mürâcaat da, zamânında kendisine ve ba’dehû, sünnetine ve hulefâsına arz-ı keyfiyet ile olur.... Demek ki İslâm’da dört nevi’ ahkâm vardır. Kitab’da mansûs, Sünnetde mansûs, ulü’l-emrin ittifâkı ile mücmeu’n-aleyh ve kıyâs-ı sahih ile müstenbat ahkâm... Maamâfih bu dördüncüsü ile ihtilâf azaltılabilirse de, tamamen tevhid olunamaz. Bunda nizâ edildiği zaman da, ulü’l-emrin şûrâsına ve nihâyet imâmın emrine mürâcaat olunur ki, bu da, (atîullâhe ve atîu’r-rasûle ve uli’l-emri minküm) emri mu’cebince emr-i ilâhîye mürâcaatdır.... Bu emirleri tesbitden sonra, evvel emirde, ADLÎ ve TEŞRİÎ esaslar üzerinde cereyân-ı itâati te’mîn ve mü’minlerin adl ile hükme me’mûr iken, hılâf-ı adl ü hakk hükme tâlip olmamaları ve muhakeme mesâilinde tuğyânkâr bir vaz’ıyyet almamaları ve tâğutlar mahkemesine mürâcaat etmemeleri lüzûmu telkîn ve mü’min nâmı altında Peygambere itâatden hoşlanmayan ve onun hükmüne râzı olmayıp BAŞKA MAHKEMELERE mürâcaat edenlerin MÜNÂFIK olduğunu tefhîm ve binnetîce Rasûlullâh’a itâati tahkîm için, nazar-ı dikkati celb ile buyuruluyor ki:

Meâlen Sure-i Nisâ 60:
“- Bakmaz mısın şunlara, o hem sana indirilene, hem senden evvel indirilene îmân etdiklerini söyler gezer kimselere? Ki, o tâğuta (o azgın şeytana) muhâkeme olmak istiyorlar. Halbuki, onu tanımamakla emrolunmuşlardı. O şeytan da, onları bir daha dönemiyecekleri kadar uzak bir dalâle düşürmek istiyor...”

Meâlen Sure-i Nisâ 65:
“Yok yok, Rabbına kasem ederim ki, onlar, aralarında çıkan çapraşık işlerde, seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden, nefislerinde hiçbir darlık duymaksızın, tam bir teslîmiyyetle teslîm olmadıkca, îmân etmiş olmazlar...”

Tefsîrinden:
“- .... teslîmiyyet-i kâmile ile zâhiren ve bâtınen sana münkâd olsunlar, işte o zaman HAKÎKÎ MÜ’MİN olurlar....” (s.1385)