1 Aralık 2007 Cumartesi

(1) KELÂM-I KADÎM’İ TAHRÎF, TAĞYÎR VE SANSÜR EDEREK, ALLÂH’IN DÎNİNİ ILIMLI KILMA (SULANDIRMA) DENÂETİ, “LAÎN YEHÛD” HAÇLI VE “HOŞGÖRÜ-DİYALOGÇU” CİBİLLETSİZLİĞİDİR...


“Hoşgörü-diyalog mezheb-i vatikânîsinin” FBI korumasındaki “Hoşfendi”sine büyük bir vecd ve cezbe derecesinde merbûtiyyet içre bulunanlardan T.C. Maârif Vekîli Hüseyin Çelik, Kur’ân-ı Kerîm’in ba’zı âyetlerinin mekteb kitablarında sansüre tâbi’ tutulması karşısında, dut yemiş bülbül olabilmeyi bile beceremedi!. Mumâileyhin gazetecilerin bu mevzûdaki suallerine verdiği cevâb da, tam “dialogçu ihlâs ve samîmiyyetinin!” vesîkası olarak şöyle:
“ -Ayakda sorulan suallere cevâb vermiyorum!” (1)
Tabiî bu noktada, mantık yerinde duramıyor; ve mefhûm-ı muhâlifinden yola çıkarak, derhal şunu netîce olarak nazara veriyor:
“ -Oturarak veya yatarak sorulan suallere cevâb verebilirim!”
Gazeteci, acabâ “oturalım!” veya “yatalım!” mı deseydi!?
T.C. Maarif Nâzırı Beyfendi Hazretlerinin cevâbı, sâdece bir kaçış değil; aynı zamânda suç üstü ediliş ve en mühimi de, bir suç saklama ıkınışıdır!... Bu da, onun hangi plânın içinde yer aldığını bir kere daha ortaya koymanın isbâtı...
Fâtiha-yı Şerîfe’den, yahudîlere delâleti bütün müfessirlerce ittifâk edilen “el-mağdûbi”; ve nasârâya delâletinde de ittifâk bulunan “dâllîn” kelimelerinin çıkarılarak, meşhur yahûdi tahrifçiliği ile buna el atılışı, fevkal’âde iğrenç ve tel’îni müstelzim meş’um bir cür’etdir... Müslümânların, her gün beş vakit namazlarında,  Allâh’ın huzûrunda durup, Cenâb-ı Hakk’dan Fâtiha ve Bakara sûrelerinin son âyetleri ile tam 40 def’a nasıl duâ ve niyazda bulunduklarını, M. Hamdi Efendi Merhûm’un tefsîrinden kelime kelime takib edelim:
“ -Ey Allâh’ımız! Bizi ni’met verdiğin Şeriat ehli müslümânların yoluna, tarafına, onların cemâatına dâhil buyur; (gadabına) uğrayan yahudîlerin ve (dalâl) içinde kalıp sapıtmış nasrânîlerin (ehl-i salîbin, hristiyanların) gürûhuna, birliğine, topluluğuna aslâ...”
“Hoşgörü-Dialog Mezheb-i Vatikânîsinin Hoşfendi Diasporasını teşkil eden dâhilî ve hâricî meczubları”, bu satırları aslâ okumaz ve görmezlerse de, müslümanlar bu satırları mükerreren okumalı; ve üzerinde ciddî tefekkür etmeğe kendilerini memûr, mecbûr ve mahkûm bilmelidirler...
Allah Azze ve Celle, “ŞARÎAT EHLİ MÜSLÜMANLARIN YOLU” ile, “ALLÂH’IN (GADABINA) UĞRAYAN YAHUDİLERİN, VE (DALÂL) İÇİNDE KALIP SAPITMIŞ NASRÂNÎLERİN GÜRÛHUNA, BİRLİĞİNE VE TOPLULUĞUNA” ÂİD  Y O L U,  KAT’Î HATLARLA AYIRMIŞ BULUNMAKTADIR... Namaz kılan bir müslüman, her 24 saatde tam 40 def’a, hem de: 1) Abdestli, 2) Kıbleye dönmüş, 3) Ellerini bağlayarak Rabbinin huzûrunda, 4) Ve  k ı y â m  kıvâmında olduğu halde bu ta’lîm ve terbiyeden geçmektedir...
D e h ş e t...
Dikkat: Kâinâtın Hâlıkı Allâh Azze ve Celle, müslümanları bu ta’lîm ve terbiyeden geçmeğe, her 24 saatde tam 40 def’a kat’iyyen tâbi’ tutarken; “Hoşgörü-Dialog Mezheb-i Vatikânîsinin Hoşfendi Diasporası” ve Küreselci ve (küfeselci), AKP’ci ABD’ci AB’selci, cemci demci dem-bokrasici, parti-pırtıcı ve batı kıbleci, ulusalcı ulumacı kemalist ve layikçi geyikçi gevişçi bilumum müşrik ve müfsid gürûh-ı lâ yüflihûn, Allah Azze ve Celle’yi, Nemrut, Fir’âvn ve Ebû Cehil misillu (tekzîb) edercesine avaz avaz höykürüp durmaktadırlar:
“- Biz, (gadabmış) (dalâlmiş) gibi mefhumları, Fâtihaları değil, tam tersine ve Allah’a da tam tersleşerek (Şerîat ehli müslümanların yolunu) da değil, lâbis-i libâs-ı katrânî papaz ve papaların, kardinallerin, hahamların, patriklerin ve topyekûn yahudi-haçlı şebekelerinin (Avrupa b i r l i ğ i n i ve Avrupa t o p l u l u ğ u n u n  y o l u n u ve illüminatili, neo-konlu, evangelistli, masonizmalı ve kabuklu dünyâ şeytanlarının ve onların (hoşgörü ve dialog iblisliğini) nazar-ı i’tibâre alır; ve bu yolda dinimize kadar herşeyimizi, aslımızı, neslimizi, târîhimizi, topyekûn kıymet hükümlerimizi, varlık hikmetimizi ve ruh bünyemizin her türlü yüksek tecellîlerini, namus telâkkîmizin en mahrem nescine kadar her cevher ve özümüzü, gözümüzü kırpmadan, o kabuklular cebhesinin ellerine teslim etmekde zerre kadar tereddüd bile etmeyiz...”
İşte, yahudi tahrif ve tağyirciliği ile Fâtiha-yı şerîfenin son âyetindeki (el-mağdûbi) ve (dâllîn) ve Bakara Sûre-i celîlesinin son kelimeleri ile ortaya konan hüküm ve ma’nâlar ile kimlerin çanına ot tıkanmışdır; ve çanına ot tıkananların yalakaları da, bundan, patronları hesâbına ne kadar rahatsızdırlar; ve etek öperek göze girmek ve bunun için de nasıl hizmete âmâde olduklarını isbât etmek üzere, neleri, hangi rezâletleri irtikâbdan çekinmezler, işte bütün bunlar, dünyânın gözü önünde, yukarıda arzedildiği gibi apaçık vesîkalara raptedilebilmektedir...
Bütün bu uğraşmaların ve şeytânî planların vardırılacağı topyekûn ve en umûmî netîcetü’n-netîce, bir tek cümle ile, Allâh Azze ve Celle indinde mutlak Hakk Dîn olan İslâmiyyet’in, yeryüzünden tasfiyesi iblisliğidir...
Bir insan hem “müslümanım” diyecek; ve hem de, bu Kur’an-ı Kerîm’in ma’nâ, hüküm ve haberlerinde tahrîf, tağyîr ve tebdîl gibi aşşağılığın dibinin dibi bir tablo karşısında, hâlâ:
“-Hoşgörü-dialog pisliği yiyen hoşfendi diasporasının, ben, şakşakçısı ve îmân edicisiyim!..”
Diyebilecekdir...
Evet, dehşet...
Ve yine bir mahlûk, hem “müslümanım” diyecek, ve hem de bütün müslümânların, her yatsı namazından sonra:
“ -...kâfirler gürûhu üzerine bize nusret ihsân et, maddeten ve ma’nen Hakk’ı müdâfaada ve i’lâ-yı kelîmede bizi gâlib ve muzaffer eyle...” (2)
Diye duâ, niyâz ve tadarrûda bulunarak, yalvarıp yakarışından da rahatsız olup, bu satırlarla ortaya konulan Rabbânî hüküm ve ma’nanın ortadan kaldırılması iblisliğini irtikâb edebilecek; veya, bu şenâat ve denâata bulaşan gâfil ve hâinlere tarafgirlik içinde olabilecekdir!... Zehi dalâlet, zehi ihânet ve zehi rezâlet...
T.C. Maârifinin başındaki ve onun da başındaki ve onun da.... tâ ABD Pensilvania’sına, oradan da Vatikan’a, buradan da muharref İncil Nasrâniyyetine ve oradan da bu Nasrâniyyetin de üzerinde bulunan muharref Tevrat ve topyekûn Eski Ahid yahûdiliğine kadar uzanan kumanda silsilesi üzerindeki (ser-zevâtın), ne kadar ekber yaraları vardır ki, adı geçen âyet veya o âyetlerdeki kelimelerden bu kadar azîm bir gocunmanın içine girmiş bulunmaktadırlar!.. Hayır, belki de en doğrusu, vahiyle sâbit yegâne mutlak KİTÂB Kur’ân-ı Hakîm hakîkatı karşısında, kırmızı görmüş İspanyol öküzü gibi kan beyinlerine sıçramaktadır!!!...
Burada hemen tasrîhi elzemdir ki, Kelâm-ı Kadîm, bâlâda tâdât etdiğimiz bu kumanda silsilesinin en tepesindeki yehûdiyyeti, bilhassa “lâ’netlemekde”; ve yine  yahûdileri, müşriklerden evvel zikrederek “müslümanların en büyük düşmanı” olarak beyân buyurmaktadır... Zirâ yahûdiyyetin en fârık ve bâriz vasfı, evvelen: “Mutlak Hakk ve Hakîkatı” ortaya koyan vahyi yani Allah Azze ve Celle’nin indirdiği kitabları, tağyir, tahrif ve tebdil etmek; sâniyen, buna binâen de Allâh Azze ve Celle’ye iftirâlar savurmak; sâlisen, Hakk Dînin sâdık mübelliğleri olan binlerce  enbiyâ-yı kirâm aleyhimüsselam hazerâtını da, bir kısmıyla inkâr, bir kısmıyla da  yalan ve iftirâlarla hayâsızca karalamak; ve bir kısmını da en hunharca ve alçakça kıtâlen şehîd etmek olmuşdur...
İşte bütün bu şenâatlara binâendir ki, yahûdiyyetin ve bunun masonizmaya kadar varan mimarları olan yahûdilerin, Allah Azze ve Celle’nin “GADABI” altında oldukları, HAKK DÎNİN ALLÂH KELÂMI OLAN KİTÂBINDAKİ Fâtiha Sûresinin son âyeti ile cihâna apaçık beyân buyurulmuşdur...
Nasrâniyyet de, yine yahûdinin, tahrif , tağyir ve tebdili ile, İslâmiyyet’in ve O’nun Îsâ Aleyhisselâm elindeki Şerîatının, yamultulup saptırılması ve çarpıtılması ile ortaya çıkmış, bâtıl, yani beşer zihninin el atdığı, indîlik, nisbîlik, keyfîlik, hevâîlik ve felsefîliklerle telbîs edilerek “ılımlılaştırılmış!” yani sulandırılmış; ve bütün bunlara binâendir ki, vahiyle alâkası kalmamış, beşerî ve mecâzî ma’nâda bir dindir...
Ancak yahûdi, Îsâ Aleyhisselâm ile Peygamberler Peygamberi ve gerçek Tevrat-ı Şerif’de ism-i şerîfi AHYED,  gerçek İncil-i Şerif’de ism-i şerîfi AHMED ve Allâh Azze ve Celle’nin son Kitâbında ise ism-i şerîfi MU...... olan (alâ ekmelü’t-tehâyâ sallallâhü aleyhi ve sellem)i yani SON RASÛL’ü, peygamber değil, (hâşâ ve kellâ) yalancı peygamber olarak tanımaktadır... Dolayısıyla yahûdiyyet, İncil-i şerîfin de, ne hakîkisini ve ne de vahiy dışı ve beşer derlemesi nüshalarını tanıyor; ve ne de, mutlak vahiy olan Kur’ân-ı Kerîm’i... Üstelik nasrâniyyet ise, yahûdiyyete âid bütün mukaddes kitabları, kendi kitabları olarak ilâhî kitablar cümlesinden addetmektedir... Bu da, nasrânîler nazarında yahûdiyyet ve yahûdilere bir imtiyaz kazandırırken; yahûdîler nazarında nasrânîler ise, hâşâ yalancı bir peygamberin peşindeki sapık ve aldanmışlar sürüsü!!!...
 Mûsâ ve Îsâ Aleyhimesselâmın ikisinin de, İsrâiloğullarına gönderildikleri, islâmî mutlak bir hakîkat olduğuna göre, Mûsâ Aleyhisselâmdan sonra sapıtarak Müslümanlıkdan yahûdiyyete inkılâbeden bu kavim, elindeki bu beşerîleştirilmiş bozuk ve mecâzî ma’nâdaki dinin Îsâ Aleyhisselâm tarafından reddedilip, yerine, Müslümanlığın yeniden ikâme edilişine şiddetle muhâlefet etmiş; ve dalâl ve sapıklığını gûyâ ketmetmek içün de, Îsâ Aleyhisselâm’ı tekzîb ederek (yalanlayarak) ademe mahkûm etmek istemişdir... Yahûdiyyet, aynı dalâlet ve denâeti, Son Peygamber ve Kur’ân-ı Kadîm içün de aynen irtikâb edecekdir...
(Mâba’di var)

17 Temmuz 2007 Salı

ALEVÎ DEDESİ DEĞİL, “LAİK ATEİZMA” MÜRÎDÂNI...



Cem Vakfı Başkanı “alevî dedesi” maskeli “laik ateist” İ.D., 17.7.07 târihli Hürriyet’den şu dört madde ile höykürüyor:
1. MADDE:
“-Bu seçim, sonuçları i’tibâriyle, gelecekdeki siyâsî sistemin kaderinin ta’yîn edilmesi ve 84 yıldır devâm eden lâik Türkiye’nin devam edip etmemesinin testini oluşturacak!”
2. MADDE aynı gazetede:
“-AKP iktidar döneminde, laik Türkiye Cumhuriyyetinin tüm değerlerinin tartışmaya açıldığını; ve (yeniden cumhuriyyeti inşâ edelim) tezinin halkda tedirginlik yaratdığını söyledi.”
3. MADDE gene aynı mevkûtede şöyle:
“-İ.D., halkın, oylarını laik cumhûriyyetin yaşatılmasını sağlıyacak olan siyâsî partilere verilmesini istiyor. Yani CHP, MHP, GP ve HYP’ne...”
4. MADDE aynı ma’lum gazete ile:
“-Laik bir cumhuriyyetin başbakanı olarak (alevîler müslümansa camiye gitsinler!) diyen başbakan samimi değildir!”
ó
Evet, “laik ateist dede” de, aynen başbakan kadar samimi değildir; ve alevîler üzerinden servet ü sâmân ve dünyâlık devşirmektedir...
Evvela biz, şu tesbiti yapalım; ve bu adamın, alevîler adına mı, yoksa “laik ateizma” adına mı konuşduğunu bedâhaten vuzûha kavuşturalım. Alevî dedesi olarak geçinip, kendini de böyle tanıtan “mûmâileyh”, aslında, yüzde ikiyüz gibi kat’î bir nisbet bedâhetiyle tam bir “laik ateizma dedesi”, aynı zamanda da loca yanaşmasıdır, hepsi o kadar...
İsbâtı mı? İşte, dört beş yıl evvel bir televizyon programında, bizzat kendi ağzıyla bütün kâinâtı iliklerine kadar iğrendirip tel’în etdiren, cehennemî âidiyyet çığlığı:
-Eğer Allah yoksa bile, insan, onu yaratmalıdır!
Gadab-ı İlâhîyi, bütün tecelliyâtıyla adı geçenin üzerine çeken bu iğrenç ifâde, gerzek münkirlerde rastlanan:
-Farz olmasından ziyâde, kilolarımı atmakda fâidesini gördüğüm için oruç tutuyorum!
Soylu beyin sululuğundan, çok daha farklı bir iblislik takdiğidir...
Bu taktiği, “laik ateizma” müridlerinden, müteveffâ İmran Öktem nâmındaki adam da, 30-40 sene evvel, masonik bir edâ ile daha net ve açık, şöyle höykürmüşdü:
-İnsanları Allah değil, Allah’ı insanlar yaratmışdır!
Ve bu cehennemî âidiyyet çığlığının sâhibine âit ceset de, Hacıbayram musallâsından, hayli gürültülere sebeb olarak, ineceği çukuruna vize alabilmişdi...
Bunun üzerine 1950 Taksim’inde:
-Din, medenî bir cemiyet olarak yaşamaya mâni bir zehirdir!
Höykürüşüyle cehennemî âidiyyet vesîkası imzalıyan “laik ateist” tâğutlardan, şef-i sânî ikinci adam da, İmran hâdisesinde, “irticâ” diyerek, Allah nizâmının üzerine “katır” mahmuzlamışdı!!! Bugünün “laik ateist dedesi” de, aynı masonik İmran Öktem taktiğini, sâdece, kulağı arkadan gösteren bir dolaşma farkı ile tatbikde...
Bu tip “laik ateist” güruh, Güldemir’de de rastlandığı gibi, çukurlarına inerken, “Şeriat musallâlarında” vize alabilecekleri maaşlı leş kargaları bulmakda, bilhassa son senelerde hiç de zorlanmaz olmuşlardır...
Cemiyetde, öyle bir seviyesizlik manzarası ki, Nesîn-i laîni dahî, mert gâvur kayalıkları gibi, seviyeli göze sokmakda!..
Ve çok daha seviye altı bir manzara ise şu:
-230 âyeti bırakın, bunlar laik cumhûriyyete ters düşüyor, geriye kalan 6400 küsûr âyet neyinize yetmiyor!
Allah’sızlığı ile meşhûr, “bilgi localı” sülü’yü:
-Müslümandır!
Hezeyânı ile omuzlayan; ve bir zamanların “Toplu namazlar mûcidi” bir “mücâhidimiz” de, adı geçen “laik ateist dede” için, “Milli Görüş” gazetesinde şöyle döktürmüşdü:
-İ.D. Beyefendi, asîl ve köklü bir aileden münevver bir zatdır, onu en kısa bir zamanda ziyarete gideceğim!..
Evet, rahmetli Üstâdımızın:
-Cemiyet âh cemiyet yok edilen rûhiyle,
Ve cemiyet cemiyet yok eden gürûhiyle...
Beytinde işâret buyurduğu, hem dâll hem mudill olanların keyfiyeti... Bunlar, bugünün seviyesizliğinde, “Ehl-i Sünnet müdâfii mücâhid abiler!” bile olabilmektedirler...
-Alevîler müslümansa camiye gitsin!
Şeklindeki politik cambazlıklarla, Fettoş’un “hoşgörü ve dialog Vatikan mezhebinin” hükûmet içinde meczubu olanlar da, “laik ateizma” adına güyâ karalanırken; seviye düşüğü gürûh-ı lâ yüflihûn tarafından da, “dindar!” zannı ve vehmi ile baş tâcı edilip, başlara geçirilmek isteniyor!.
Allah’ın mutlak nizâmı olan İslâmiyyet’le, uydurma Yahudiyyet ve Nasrâniyyeti “İbrahimî dinler, dinler bahçesi, medeniyyetler buluşması” gibi maskeler altında aynı seviyede göstermek şeytanlığı, aslında, Hakk’ı tenzîl ederken, bâtılı terfi’ etdirmekdir; ve bu, yeni Fettoş mezhebinin irtidâda bâdî sapıklığından başka birşey de olamaz...
6 îmân esâsını, binlerce “Zarûrât-ı Dîniyyeyi” içinde toplayan, olmazsa olmazlar bütünü bir ana temel olarak; ve cezm ve yakîn derecesinde, kalbinde hiçbir rahatsızlık duymadan ve mutlak bir TASDÎK ve TAHSÎN edişle kabûl etmeyen bir adam, değil başbakan, Cenâb-ı Hakk’a şekil, cihet ve cisim isnâd eden İbn-i Teymiye gibi “Şeyhülislam!” olsa ne yazar; ve:
-Mezhebimiz gereği 12 İmamın vardığı bu mânevî makamlara, Nebîy-yi Mürsel ve Melek-i Mukarreb dahî erişemez!
Diyen Humeynî gibi “Âyetullah, Rûhullah, bilmem ne” olsa ne yazar!!!...

8 Mart 2007 Perşembe

NEVRÛZ DİYE BAŞLADILAR, NEVROZ, SONRA NEVRASTENİ, ŞİMDİ DE ŞİZOFRENİ DEVR-İ CÜNÛNUNDA KARAR KILDILAR!.



Öyle bir câhiliyye ki, neresinden bakılsa tam bir akıl ve rûh hastalığı sirâyetinin hiçbir hudûd tanımadan vasatı yalayıp paçavra etdiği Sodom Gomore’lik bir manzara...
Vücûduna âid topyekûn mafsalların buz tutduğu, sinir ve adale nâmına da ne varsa lif lif koptuğu ve iç aksâma âid bütün uzuvların çürüyüp döküldüğü bir bünye... Ve bu hâlde, 15 seneye yakın bir zamandan beri de, gırtlak kanseri telaffuzlusu olarak “Nevroz!” cayırtısı... Lisânı değil de, dili kalan bir “ulus”, elbetdeki “nevrûz” bile diyememekde; ve “söyleyene değil, söyletene bak!” ta’bîrindeki hikmete tam mutâbık olarak “nevroz” deme marazları dünyânın gözleri önündedir!..
15 sene evveline kadar hiçbir resmî hüviyeti olmayan bu müşrik bayramı, ABD bastırmasıyla birdenbire T.C.’de tes’îd edilen bir nesne olup ruznâmeye alınmış; ve millete de afyon çekdirircesine içirilmeye başlanmışdır... Müteveffâ Özal’ın, o zaman bu müşrik bayramını ABD pompalamasıyla “Türk, kürt, şii ve sünnîlerin” sanki ortak paydası imiş gibi ele alarak, güdümlü ve (papatya donlu!) politikalarına katık edişi, işte her sene tekrarlanan maddî ve ma’nevî nice rezâletleri netice vermişdir...
15 asırlık İslâm milletinin târihinde, bir takım putperest, müşrik, mecûsî, zerdüşt, nasrânî, yehûdî, ateist ve ataist kavimlerin harsiyât ve târihlerine mahsus bayram, merâsim, tesîd ve tebrik gibi şeyleri görmek, aslâ mümkin değildir... Zirâ İslâm milletinin akâid (tevhid) kânunları böyle bir şirki sûret-i kat’iyyede reddeder; ve bu kabil din dışılıklara  tevessülü, Mukaddes ve Muazzez İslâmiyyet’den fırlatılıp atılmayı intâc eden temel i’tikâd esaslarından biri olarak vaz’eder...
Cihâna ma’lûmdur ki, Âdem Aleyhisselâmdan Kıyâmet’e kadar binlerce Peygamber Hazerâtıyla devâm eden yegâne Hakk Dîn İslâmiyyet’in son ve ekmel Şerîat’ı,  “Zarûrât-ı Dîniyye” denilen; ve kendisinin olmazsa olmazı olan akâid kânûnları ile bu dîni ta’rîf eder ve kayıt altına alır... Bizzarûre ve sûret-i kat’iyyede sâbit olan bu hüküm ve haberlerin binlercesinden bir tekini değil inkâr etmek, o bir tekinde (şübhe ve tereddüd) dahî, İslâmiyyet’le hiçbir alâka bağı bırakamaz... Mukaddes ve Muazzez Şerîat Istılâhıyla bunun adı, dînden çıkış yani irtidâddır... “İlâhehû hevâhû” şeklindeki Kur’ân lafzının işâret buyurduğu gibi, hevâ, heves, nefsî ve şehevî arzularını ilâhlaştırmadıkça, hiçbir müslümân bu noktada en küçük bir gevşeklik, şübhe ve tereddüd içine de aslâ giremez; ve kâinâtı da verseler, böyle bir irtidâd bataklığının veyâ cehenneminin kenârından bile geçemez...
Yegâne Hakk ve Ekmel Dîn İslâmiyyet’in, Osmanlı Ulemâsı kaleminden birkaç otoriteye âid  (diğer ulemâ-yı İslâmiyyeyi de temsîl ederler) mevzuumuzla alâkalı birkaç misâli, müttefikun aleyh beyânlar olarak şöylece tesbît edebiliriz. Şehristânî Rahmetullâhi Aleyh Hazretlerinden:
“-Keferenin bayramlarında onlar ile bayram eden ve ol günde işledikleri nesnede onlara muvâfakat eyleyen kâfir olur. Ve ol güne ta’zîm içün satun almadığı nesneyi satun alan ve kefereye ol güne ta’zîm içün bir nesne ihdâ (=hediye) eden kâfir olur. Ve bu makûle fiil mü’minden sâdır olmaz, meğer ki aslında kâfir ola. Ve rusûm-ı kefereyi (=kefere usûl ve merâsimlerini) tahsîn eden (=iyi, güzel ve tebrîke şâyân bulan) kâfir olur.” (1)
Bilmem ne günü!” adı altında yahudi-haçlı îcâdı ve uydurması olan ve  bir yılda birkaç düzineyi bulan ve müslümân memleketlere ihrâc edilen topyekûn muayyen günlerin tamâmı da bu hükmün içerisindedir ki, bütün bunlar, müslümânların bir takım öz kıymetlerini aşındırmak ve sulandırmak hedefine ma’tûf, kasd-ı mahsûsla icrâ edilen şeytânî şenâatler cümlesindendir...
Mürşid-i Kâmil Büyük Üstâd Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Kaddesallâhu sırrahul âlî Hazretleri de şöyle buyururlar:
“-Bir kimse kiliseye veyâ buna benzer ibâdet yerlerine ruhban ve papazları ziyâret etmek içün veyâhud teberrüken girerse veyâ onlara hass bir işi yaparsa VEYÂHUD DA MECÛSÎLERİN NEVRÛZ GÜNÜNDE ONLARA ELMA (gibi küçük birşey bile) TAKDÎM EDERSE, veyâ BAYRAMLARINDA ONLARA MUVÂFAKAT EDERSE, veyâ BAYRAMLARINI İ’LÂN ETMEK İÇÜN ONLARLA BERÂBER ÇIKARSA KÂFİR OLUR.” (2)
Yine Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî Hazretlerinden:
“-Kâfire ta’zîm ederek, hürmet göstermek veyâ zımmîyi ta’zîm ile selâmlamak veyâ bir mecûsîye ta’zîm ile “Yâ Üstâd” demek küfürdür.... Ebû Hafdi’l-Kebîr şöyle rivâyet etmişdir: NEVRÛZ gününde müşriklere yumurta bile hediye eden bir adam, o güne ta’zîm etdiği içün kâfir olmuş; ve 50 yıl yapdığı ibâdeti mahvetmişdir.” (3)
“-Mec’maü’n-Nevâzil isimli kitabda şöyle denilmişdir: Mecûsîlerin NEVRÛZ gününde toplandıklarını gören bir müslümân, “Ne güzel bir âdet koymuşlar!” derse kafir olur.” (4)
Meşhûr İbn-i Âbidîn’de de şu beyânları okuyoruz:
“-Nevruz farsça bir kelime olup “yeni gün” ma’nâsına gelir.... Mihricân da güneşin terâzi burcuna girdiği gündür. Eylül ortalarına tesâdüf eder. NEVRÛZ ve MİHRİCAN, acemlerin bayram etdikleri günlerdir. (5)
YİNE İbn-i Âbidîn’den:
“-Nevrûz ve Mihrican günlerinin adı ile hediye vermek câiz değildir. Eğer bunu, müşriklerin saygı gösterdiği gibi saygı göstererek yaparsa kâfir olur. Ebû Hafs El- Kebîr şöyle der: Bir adam 50 sene Allâh’a kulluk etse, sonra da NEVRÛZ gününde bu güne saygı göstermek içün bir müşriğe bir yumurta bile hediye etse, kâfir olur, amelleri yok olur..... Daha evvel almadığı bir şey’i bu günde satın alsa, eğer bu günlere ta’zîm içün satın almışsa, kâfir olur.” (6)
Îmânı olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat müslümânlarına şu muhalled üç eserden nakletdiğimiz satırlar bile kâfî ve vâfîdir; ve selefimizin mu’teber bütün eserleri bu kabil satırlarla sayılamayacak kadar doludur...
Dünyânın, pimi çekilmiş bir bomba hâline getirilmek ve Anadolu topraklarının yahûdi-haçlı şebekeleri tarafından ablukaya alınarak paylaşılmak istendiği; “Hoşgörü ve Diyalog Vatikan Mezhebinin”, içdeki hâin ve kirâlık soytarılar vâsıtasıyla Mutlak Dîni içden çürütme (ılımlılaştırma!) planları dizib düzdüğü; hükm ü hükûmet peşindeki koltukperest ve dem-bokratik muhterislerin, şakşak ve sidik yarışından başka birşey görmediği; Mukaddes Irak topraklarımızın, dâhili ve hârici eşkıya, haydut ve teröristlerin lâ’netli ayakları altında kalıp nice kadın ve kızların hürmeti en vahşî tecâvüz ve taarruzlarla perişân edildiği; ırz u nâmuslarının paramparça edilip, intihârı, hattâ müslümânlar tarafından topyekûn itlâf edilmeleri bile özleyecek hâle getirildiği; Irak’ın başına geçirilen Mâlikî gibi satılmış, uşşak ve hâin heriflerin vâsıtasıyla esir düşen nice kahramân hemşîrelerimizin mukaddes ve muazzez direnişine îdâm cezâları biçildiği; kabuklu haçlı gavurlarının “Lahey adâlet divânı!” denilen şeytan makineleri ile aşşağılık sırpları tezkiye edip, bir de münâsib yerlerine neredeyse madalya ve bilmem ne takacağı bir dünyâda ve kefere sürülerinin hapishâneleri nice İslâm kahramanları ile dolu iken, o hangi gerçek müslümândır ki, (bayram)ın gölgesini bile tahayyül edebilir!... Ve hele hele, bir de müşriklerin bayram günlerinde “bayram” yapmak...
Nevrûzları, nevrozlu; ve Kıyâmet Gününe kadar topyekûn tapınma ve “ritüelleri!” de kurtlu olsun!..

--------------------------------------------------------------------------------
(1) Terceme-i Milel ve Nihâl, Şehristânî Rahimehullâh, 1279 tab’, s.73.
(2) Câmi’u’l-Mütûn fî Hakki Envâis’s-Sıfâti’l-İlâhiyyeti Ve’l-Akâidi’l-Mâtürîdiyyeti ve Elfâzi’l-Küfri ve Tashihi’l-Acîbiyyeti. Ahmed Zıyâüddîn Gümüşhânevî, 1988 tab’ı, s. 145
(3) A.g.e. s. 126.
(4) A.g.e. s. 137
(5) İbn-i Âbidîn, 1985 tab’ı, c.4, s.241.
(6) A.g.e. c.17, s. 310.

7 Şubat 2007 Çarşamba

TESETTÜR, LÂBİS-İ LİBÂS-I KATRÂNÎ, HAKK-I SARİHİ KETMETMEK, HOŞGÖRÜ DİYALOG VE BEL’AMLAR ŞEBEKESİ BEYÂNINDADIR


Ulemâ-yı Osmâniyye’den büyük fakîh merhûm Muhammed Zihni efendi hazretlerinin “Ni’met-i İslâm” nâmındaki muhalled eserinin 1324 senesindeki tab’ının Münâkehât bâbında, tesettürle alâkalı bir “İSTİDRÂD”ı, aşağıya derc ediyoruz. Bu satırlar, beşerî sistemlerin me’mûru olarak, tâğutların keyfine göre din îcâd etmek üzere vazîfeli resmî ideoloji hizmetkârlarının kaleminden çıkmış; ve bel’amlara mahsûs husûsiyyetler taşıyan gayr-ı mu’teber ve hiçbir ilmîliği, dînîliği ve îmânîliği olmayan, zamânımız kitabları gibi kıymet ifâde etmeyen harc-ı âlem ve abur cubur nesnelerden aslâ olmayub, başında da beyân edildiği üzere, “Bâb-ı vâlâ-yı fetâvâpenâhînin tasdîki ve maarif nezâret-i celîlesinin ruhsatnâmesiyle şirket-i mürettibiyye matbaasında tab’ olunmuşdur.
Dîn-i Celîl-i İslâm’ın her mevzû’ gibi, tesettür mevzûu da, reformistler, modernistler, hoşgörücü ve diyalogcular, târihsellikciler, meâlciler ve hevâ ü heveslerini ilâh ittihâz edenler tarafından sulandırılıp bulandırılmış ve tahrîf edilmişdir. Tesettürün Şer’-i şerîfdeki, Kitab, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukahâ ile sâbit olan dînî hakîkati, ulemâ-yı osmâniyyenin en ehil mütehassıs şahsiyetlerinden biri olan merhûm Muhammed Zihni efendi hazretlerinin kaleminden aynen şöyledir:

İSTİDRÂD

“Kadınların mestûriyyetleri, kendilerini sıyânet (=muhâfaza) ve haklarında şeref ve sıyâdetdir. (Sıyâdet, erkekler içün efendilik demek olduğu gibi, kadınlar içün dahî hanımlık demekdir ki, câmi’-i hayr ve fazîlet bir ma’nâdır.) Zıddı ibtizâl (=aşağılaşma) ve mehânetdir. (Mehânet: mekânetin (=ağırbaşlılık) zıddıdır ki, hakîrlik ve haysiyetsizlikdir.) Çünki inâs (=kadınlar) tecâvüzgâh-ı zükûrdur (=erkeklerin tecâvüzgâhıdır) urda-i tecâvüz (=tecâvüz hedefi) olmak kadar zillet olamaz. Kadınların izzeti iffetindedir. İffeti de, göreceği tecâvüzden tebâud (=uzaklık) nisbetindedir. Bu tebâuda dahi, ihticâbdan (=örtünmekden) eslem tarîk (=daha doğru yol) yokdur.
İhticâb ve mestûriyyetin nev’i ikidir: Biri, hâne derûnunda ihticâbdır ki, kadın kısmı ev içinde zevcinin ve mehâriminin (=mahremlerinin) gayriye muhâlıt (=karışıp beraber) olmamak ve görünmemekdir... Diğeri, hâne hâricinde ihticâbdır ki, kimseye görünmemek üzere yüzünü ve başdan ayağa kadar bütün endâmını ve hattâ libâsını setr (=örtmek) ve ihfâ (=gizlemek) üzre olmakdır. Bunun zıddına tekeşşüf (=görülür, keşfedilir olmak), ve evvelkinin zıddına tebezzül (=sakınmayıp, her yerde görünmek) tabir olunur. Kadınlar tekeşşüf ve tebezzülden ve ricâlin uyûn-i iştihâsına (=iştihâlı gözlerine), dar örtülerle arz-ı endâm etmekden memnu’durlar... Yüzlerini ve ellerini ve hattâ ayaklarını namazda açık bulundurabiliyorlar; velâkin, zarûret olmadıkca nâmahreme bunları dahî gösteremezler. Sokakda yüz açmak ve libâsının kolunu veyâ eteğini örtüden çıkarmak muhâlif-i emr-i şer’dir (=şeriatın emrine zıtdır). İhticâb, emr-i Kur’ânîdir; onda tehâvünün (=hafife almanını) vebâli azîmdir (=çok büyükdür).
“Yüz nâmahrem değildir” ta’bîri, hakk; sâlâtın gayrıda galatdır (=namazın dışında batıldır).
Setr-i avret, zükûr ve inâsda kadîmdir. Nisvân-ı arab, dîn-i mübînden evvel ve hattâ sadr-ı İslâm’da (=İslâm’ın başlangıcında), setr-i endâm ile erkeğe muhâlıt olub, başlarında bir örtü bulunur; ve fakat bir çoğunda kayıtsızlıkla yaka açığı ve kol bileziği görünür ve örtü içinde olanlar bile yürüyüb yere ayak vurdukca bacaklarındaki halhalların (=ayak bileziklerinin) mevcûdiyyeti ihsâs olunur (=hissedilir) idi.
Sûre-i Celîle-i Ahzâb ile nüzûl-i ayet-i hicâbda, bunlar nehy; ve kadınlar erkekle ihtilâtdan (=karşılaşıp görüşmekden) men’ olunarak, tahte’l-hicâb sıyânet kılındılar (=örtü altında muhâfaza olundular). Zînetlerinden ma’dûd olan (=sayılan) libâslarını dahî, erkekden setre (=gizlemeye) me’mûr olarak, bürgü ve çarşaflar içinde bulundular. Ve yüzlerine nikâb (=yüz örtüsü, peçe, burka’, lesme) çeküb, yalnız gözlerini açık bulundurdular...
Kılıklar zamân ve mekâna göre mütebeddil olageldiyse (=değişdiyse) de, nivân-ı ehl-i İslâm’ın ziyy-i ihticâbları (=tesettür kıyâfetleri), bihamdihî Teâla zâil olmadı. Hattâ müslimîne raiyye olan (=tâbî olan) gayr-ı müslim nisvânı bile, bâzı mahallerde görülen bekâyânın delâleti vechile, mestûr ve muhtecib oldular. Biz İstanbul hrıstiyan kadınlarının dahi mestûriyyetleri zamanına yetişdik. Ancak tâife-i nisâca hâl-i tabiî olan meyl-i teberrüc (erkeğe ızhâr-ı mehâsin etmek), ricâlin müsâmahalarıyla, onları varta-i tebezzüle vardırır oldu: Sokaklarda peçeler kaldırılmakda, sâğrılar gerilmekde, kulaklarla berâber yüzler, bileklerle berâber eller, dirseklerle berâber kolların libâsı ve zeyl-i zîneti gösterilmektedir ki, bu ahvâlden, onların hesâbına  müteşerri’ (=dindar) erkekler istihyâ (=hayâ) eylemektedir...
Evlerin erzâkı gibi melbûsât (=elbiseler) ve müzeyyenâtını (=zînetlerini) dahî götürüp kendilerine beğendirmek sûretiyle hâriçden tedâriki, vezâif-i ricâlden (=erkeklerin vazîfelerinden) olarak, erkekler içün ehemm ve âsân (=kolay) iken, kadınların çarşıya çıkup ağyâr ile ülfet (=nâmahremlere karışmak); ve hiç olmaz ise bilâ zarûretin sohbet-i dâd ü sited (=alışveriş sohbeti) etmek hoş görülüyor... Erkeklerinin geceliklerini dahî kendilerine kadınların alup getirmeleri âr (=ayub) olsa da, ağır gelmiyor! Fesubhânallâhi’l-azîm...”

Büyük Osmanlı Fakihi Merhum Muhammed Zihni Efendi Hazretlerinin bâlâda iktibâs etdiğimiz satırları, Dîn-i Celîl-i İslâm’ın tesettür emrini beyan  olarak, tâğutların emrindeki bel’amlar çetesinin hevâ ü heves ve arzularına göre ve yehudi tıynetiyle uydurulan moda-manken fırlaması kıyâfetlere taban tabana zıtdır... Ne var ki, doğrudan doğruya vahy-i İlâhî’ye ya’ni Hâlık Teâlâ’nın emr ü irâdesine yüzde yüz mutâbık olan şıkk da, mücerred, Merhum’un beyanlarından  ibâretdir. Bugün, sokakları, meydanları, hastahâne ve eczâhâneleri, pek çok ticârethâneyi sâdece başörtüsü takarak dolduran nice tâife-i nisânın, kendilerini bütün vücûd münhanileri ve düzgünlü suratlarıyla nâmahrem gözlere sunarak, nice erkekleri hergün tehyîc etmeleri (=heyecanlandırıb nefislerini coşturmaları), tesettür-i şer’î ile aslâ kâbil-i te’lîf olunamaz. Hele dindar geçinen bazı tv kanallarında, haber “spikerlerinin”,  saç, boyun ve sînelerini de açarak ve suratlarını da, kendilerini şehvet malzemesi ve âleti olacak derecede makyajla sıvayarak arz-ı endâm edişleri, daha doğrusu, o dindar geçinen kanalizasyonların parti ve cemâat başlarının bunlara razı olarak o dişileri, “çağdaşlık ve birilerine tabasbus vesikası” haline bulayarak, bu keyfiyetle gözlere ve şehvetlere takdîm etmeleri, cidden, tam bir hayâsızlık, iffetsizlik,hatta bir nevi modern avrat pazarlayıcılığıdır... Zaten en aşşağılık ve iğrenç manzara da, İslâm adına ortaya çıkarak, zarûrât-ı dîniyyeden olan kadın namus, iffet ve tesettürünün bu şekilde politik hesab, menfaat ve ihtiraslara alet edilmesi; ve  bu mukaddes dînin, tahrîf ve tahkir bombardımanıyla içden tahribindeki  münâfık tavırlardır... Kadınları, kadın erkek ihtilatı içinde, televizyon ekranlarıyla “sunucu, stüdyo konuğu” v.s. gibi herzeler altında milyonlarca namahremin bakışlarına, yüzleri, elleri ve bütün vücud münhanileri ile takdim etmenin cevazına, Allah’dan hakkıyla ittika eden hiçbir aklı başında müslüman, hele kitab açmasını bilen bir molla kâil olamaz... 15 asırdır, ulama-yı İslamiyye’den hiçbir zat, böyle bir küfre imza atmak cür’etini asla irtikab da etmemişdir... Bunun isbat vesikası da, 15 asırlık ulema-yı İslamiyyeyi temsilen Merhum M. Zihni Efendi Hazretlerinin bâlâdaki muhalled satırlarıdır... Vatikan, Telaviv, Washington ve Bürüksel parmaklarında okşanan ve CİA raporlarında “ılımlı bilmem ne” icadı için kullanılarak, gece gündüz “hoşgörü, dialog, ibrahimî dinler, dinler bahçesi, medeniyetler bilmem nesi, yahudi haçlı cenneti, başını aç veya perük tak!” gibi münkirlik hezeyanları gaseyan eden güdümlü şebekelerin, Osmanlı ulemasına aid yukarıdaki satırlarda mündemic hükümlerden asla hoşnud olmayacakları da ortadadır!.. Hatta bu satırlardan, iblis gibi kaçdıkları, o satırlar ve o ulema gibi milyonlarcasının, “bugünü bağlamadığını” söyleyecek kadar sapıtarak, aslını inkar eden mahluklar olmalarıyla da apaçık ortadadır... Bu şebekelerle tam bir ittifak ve ittihad içinde bulunan ve Merhum Üstad Necib Fazıl Bey’in ifadesiyle “Denâat İş. Başkanlığı” denilen ve çarpık rejimin aynı zamanda da şamaroğlanı, ve geçmiş zamanlarda ise, “Tapu Kadastro Müdürlüğü” gibi müstehziyâne ve aşağılayıcı hitablara muhatab olan bel’amhane de, başındaki sırma kaftanlı Yardakoğlu veznindeki Türkçe bilmez kemkümün herzeleriyle, 2-3 yıl evvel şu destek atışlarına mazhar olmuşdur:
-Artık,dini ve dindarlığı, geçmiş dönemlerde yazılmış kitabların satırları ve formatları içinde değil, dünyaya bakarak inşa etmek ve ona göre çizmek istiyoruz...
Evet CİA raporlarıyla istenen ve adı “Ilımlı İslam!”  olan bir dinin uydurulması, işte  imâlâtcı mercilerine böyle sipariş veriliyor; ve “fundamantalist” İslam’dan kurtuluş planlarının taşeronluğu da, Yardakoğlu veznindeki heriflere böyle ısmarlanıyor... Yegâne Hakk Din İslamiyyet’e ve Onun SON PEYGAMBERİNE hakaretler yağdırarak T.C.’nin bazı mıntıkalarını paspasa çeviren, papa denen LÂBİS-İ LİBÂS-I NASRÂNÎ cehennem kütüğü, ve yine kendisi gibi nâr-ı cahîm petrolü LÂBİS-İ LİBÂS-I KATRÂNÎ Patrik ile, topyekûn İslâm âlemi için, bir kanser yumağı halindeki fitnenin en âlâsını döllemek üzere Türkiye’ye geldiğinde, Bel’amlar şebekesi, dostlar alışverişde görsün kabilinden bir-iki atraksiyonla göz boyamakdan başka da hiçbir iş yapamamışdır...Kainatın Fahri Âlâ Ekmelüttahâyâ Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretlerine yapılan o nâmütenâhî hakaretler karşısında, laikçi münkirler ne kadar sinsice memnun olmuşlarsa, Bel’amlar şebekesi de o derece şecâat arzetmiş; ve fakat, sirkatin söylemekden başka da bir halt ortaya koyamamışdır!.. O lâbis-i libâs-ı nasrânî ve şeytânî ve katrânî herif, böylesine kalleşçe ve kancıkça ve nâmütenâhî çapda hakaretler gaseyan ederken, bu şebekeler, bel’amlıkdan uzak zerre kadar îmân samimiyyetine, salâbet, şecâat ve mukaddes îmân öfkesine mâlik olabilselerdi, suçluluk kompleksi içindeki bir mücrimin “ben yapmadım, o öyle değil böyleydi!” misillü nakarâtları kağıt üzerinden kemkümlerle okuyarak cahil cühelâdan  “âferin lan!” alkışları toplamaya bakmaz; 14 asırlık İslâm Ulemâsının fetvâsını mertçe ve erkekçe ortaya koyar; ve dünyanın gözü önünde boca edilen o cesâmetdeki papa pisliğini, yine aynı mahluka, aynı cesâmetiyle tepeden geçirmesini bilirdi... Yapılacak tek şey, ancak ve yalınız şu olabilirdi:
“ -Biz, tevhid dîni olan ve ALLAH AZZE ve CELLE’nin indinde yegâne hakk dîn bulunan mukaddes ve muazzez İslâmiyyet’in yine mukaddes en büyük Peygamberine yapılan bu nâmütenâhî çapdaki hakâretin, bin kere de özür dilense, aslâ ortadan kalkmayacağına; ve “papa özür dilesin” demek gibi son derece ucuz ve harc-ı âlem cehele laflarının, hiçbir kıymet ifâde etmeyip, bunun, abesle iştigâl olduğuna inanıyoruz... Bizler, tevhîd dînimizin bir îcâbı olarak, kendi işkembemizden aslâ hüküm veremez, insanlık târihi boyunca, bütün müslümanların üzerinde ittifâk etmiş olduğu hükmü, onların da hukûkuna riâyet etmiş olmak üzere ve onlarla tam bir tevhid içinde olduğumuzu isbât sadedinde deriz ki: “Kâinâtın Fahri aleyhisselâma hakâret eden bir mahlûkun TEVBESİ ASLÂ KABÛL EDİLEMEZ... Ve O aşşağılık hakâretin mürtekibine de, değil Türkiye’de, arz yuvarlağında bile yer yokdur... Bu hükmün dışındaki tepeden tırnağa herşey, bütün Peygamberleri ve onların izindeki İslâm ulemâsını kâle almamak olacağı cihetle, bu da bir başka hakâret türü kabûl edilir; ve biz, selefimize karşı böyle aşşağılık bir hürmetsizliğe herşeye ve herkese rağmen aslâ düşemez ve cür’et edemeyiz...
İşte, kendilerine “fundamentalist” denen gerçek müslümanların elindeki din; ve işte, “dünyâya bakarak yeniden din inşâ edeceğiz” diyen, hoşgörü, diyalog ve ibrâhimî dînler hezeyânları peşindeki bel’amlar şebekesinin elindeki sun’î ve uydurma dîn... Ve tepeden tırnağa herşey de, buna göre kıyâs edilsin...
Büyük Osmanlı Müfessirimiz Merhûm Muhammed Hamdi Efendi Hazretleri şöyle buyurmaktadır:
“ –Ebû Hureyre (radıyallâhu anh) Hazretleri, çok hadis rivâyet etdiği söylendiği zaman, “Kur’ân’da iki âyet ki, biri Bakara 159, diğeri iki sahife sonra gelecek olan bunun nazîri âyet olmasa idi, hiçbir hadîs rivâyet etmezdim.” buyurmuş; ve bu âyetleri okumuşdur. Binâenaleyh emr-i dîne müteallik hiçbir ilim ve hakk-ı sarîh gizlenmemelidir. Zîrâ Allâhu Teâlâ buyuruyor ki: “Bizim inzâl etdiğimiz beyyineleri ve Allâh’ın emrine, ahkâmına, irşâdına ve bunlara îmân ve ittibâın vücûbuna delâleten ve aynı hidâyet olan âyât u edilleyi, o kitabda veya bu kitabda, gerek Tevrat ve gerek İncil ve gerek Kur’ân cinsi kitabda nâsa beyânımızdan sonra, o insanlar içinde bunları ketmedenler (=saklayanlar) ya’ni ikrâr ve i’tirâf etmeyüb vakt-i hâcetde söylemeyen veyâ neşretmeyen veya neşrine mâni’ olan, veyâ onu külliyen veyâ kısmen, tahrîf ve telbîs etmek (=hîle ile ters göstermek) gibi herhangi bir sûretle gizleyenler, kim olursa olsun, işte bunlar, bu ketmlerinden dolayı, muhakkak Allâh bunları la’netler, la’net edebilecek ve la’net duâsı yapabilecek olanlar da bunları la’netler....” Şübhesiz ki Hakk’dan sükût eden dilsiz şeytandır.... Ancak tevbe edenler, tevbe edip de ıslâh-ı hâl edenler, ıslâh-ı hâl edüb de ketmetdiği hakikatleri beyân ve neşredenler, işte ben Allâhu Azîmüşşân da bunların tevbelerini kabûl eylerim. Ve bunlara atf-ı nazar ederek kendilerini la’netden istisnâ ederim.... Demek ki, her günâhın kendine mahsus bir tevbesi; ve her nevi’ küfrün bir tarz-ı îmânı vardır. Ale’l-ıtlak (=umûmiyyetle) her tevbe, her günahın tevbesi olamaz. Hâsılı: HAKK-I SARÎHİ KETMETMEK KÜFÜRDÜR VE ÎMÂNDA, IZHÂR-I HAKKDIR. Ve ba’de’l-küfür (=küfürden sonra) ızhâr-ı hakk ile tevbe ve îmân makbûldür.” “Tevbe edenler böyle, ma’dâsına gelince: Allâh’ın inzâl etdiği beyyine ve hüdâya ve bu cümleden olarak bütün enbiya ve kitablarla beraber nübüvvet-i Muhammediyye’ye ve Kur’ân’a îmân etmeyipde küfürde ısrâr ve kâfir oldukları halde vefât edenler, bunlar da, işte böyle mel’unlardır. Allâh’ın, meleklerin ve bütün insanların la’neti bunların üstünedir. Bu la’netde muhalled (=ebedî) olarak kalırlar. Ve bunlardan ilelebed azâb tahfîf edilmez (=azaltılmaz). Bunlara hiçbir mühlet ü müsâade de verilmez. Her küfür, bir ketm-i hakk demek olduğuna göre, bu âyet, evvelki âyetdeki tevbe ile müstesnâ olanlardan maadâ ketm-i hakk edenler hakkındaki hükm-i la’neti te’kîd ve lâinûnu (=la’nete uğrayanları) tefsîr etmiş olmakla berâber, diğer cihetle ondan eâmdır (=daha mühimdir). Zîrâ lisânen veya kalemen hakkı söylemiş veya yazmış olmakla beraber, kalben îmân etmeyüb kafir kalan ve bu küfürlerinden tevbe etmeyerek ölenlere, yukarıki âyetin şümûlü cây-ı nazar olduğu halde, bu âyet, ale’l-ıtlak kafirlere sarâhaten âmm ü şâmildir.”

1 Şubat 2007 Perşembe

DAVOS’UN KARANLIK YÜZÜ...


İdeali, muharref tevratdan mülhem olarak dünyâ’da tek devlet bulunan Telaviv, Washington, Vatikan ve Brüksel yahudi-haçlı ittifak şebekesi, Dünyâ’daki taşeronlarını Ocak ayının son haftasında yüze yakın devlet ve hükûmet reisleri ve nice devletlerin vekilleriyle, onları, masonizma direktifi misillü, Davos’da topladı; ve şu emr ü fermânı buyurdu:
- Getirdiğiniz raporları, bölgelerinizin röntgen filmi olarak masama koyun; ve çıkacak talimatımı dikkatle dinleyin, memleketlerinize döndüğünüzde de hassasiyyetle tatbîk edin!
Türkiye’deki güdümlü olsun, uşak olsun, satılmış olsun, acûze olsun, medya ve matbuat cenâhı, ermeni ölüsüne kilitlendiği için, bu dünyâ çapındaki mühim hâdiseyi, bazıları hıyânetinden, bazıları dalâletinden ve bazıları da gafletinden ruznâmeye alamadı. Esefle kayd edelim ki, hem de, Dünya Bankası Başkanı Paul Wolfowitz’in ürik asit kokulu delik çoraplarını mevzû-i bahs etmek kadar bile bir basîret gösteremeden...
Evvelâ, baş müzâkereci Babacan’ın patronu Wolfowitz, (Dünya’da tek devlet) ideâli taşıyan ittifâk cebhesinin bir temsîlcisi olarak, baş müzâkereci Babacan’ı da, istikâmetlendirici konuşmasında ne demiş, buyrun:
-Türkiye son yıllarda, çok mühim dönüş te’mîn ederek, muvaffakiyyetli netîceler elde etdi. Tahakkuk etdirdiği reformlar netîcesinde elde etdiği muvaffakıyyetlerin, bir çok ülkeye misâl olduğunu söylemeliyim. Bu reformların devâm etdirilmesi netîcesinde, hem bölgesinin hem de Dünya’nın en muvaffak ekonomileri arasında yer alacağına inanıyorum.
Patronundan bu emr ü fermânı alan baş müzâkereci ve dâimâ beşûş ve mülâyim bir “emr ü fermân efendimizindir” deme fıtratındaki, Tayyip Bey hükûmetinin “efendican” vekîli, aynı nakarâta şu akortla devâm eder:
-Türkiye, Avrupa birliğinin ortak değerlerini paylaşabilecek bir ülke olduğunu artık isbât etmişdir!
Baş müzâkerecinin “Avrupalılık Kimliği” mevzûlu panelde yapdığı “mûnislere” has, “evet efendim”ci arz-ı itâatkârâne ifâdeleri, şöyle devâm eder:
-Avrupa’nın refâh ve demokrasi gücüne sâhip oluşunu muhâfaza etmesi, bu genişleme perspektifiyle mümkündür. Müslüman ülkeler Türkiye’nin AB sürecini yakından ta’kîb etmektedir. Türkiye müslüman ülkeler için bu işde bir örnek teşkil edecekdir. 2008 yılında Davos toplantılarına daha fazla ağırlık vermemiz gerekiyor...” (Bkz.: Vakit 27.1.2007, s.5)
Gerek patron Wolfowitz’in ve gerekse “evet efendim”ci mülâyim vekîlin ifâdelerine dikkat edilecek olursa, ikisinde de, Avrupa Birliği “kıymet hükümlerinin” yalnız Türkiye için kabûlünün kâfî olmayıp; ve fakat Türkiye üzerinden de, bu yahudi-haçlı değerlerinin bütün İslâm âlemine de taşınacağının hedeflenip planlandığı ortaya konulmaktadır... Buradan apaçık anlaşılıyor ki, T.C. taşeron bir firma olarak İslâm Dünyası’nı da, yahudi-haçlı Avrupa kıymet hükümlerine çekip, binnetîce, İslâm’a âid kıymet hükümlerinin oralardan da kaldırılmasını temin edecekdir... İşte Davos’da yahudi-haçlı ittifâkı, Müslümanlık için ne kadar korkunç bir istikbâl hesabının peşindedir, yukarıya aldığımız ibârelerden hiçbir şübheye mahal bırakmıyacak şekilde anlaşılmaktadır. Baş müzâkerecinin “2008 yılında Davos toplantılarına daha fazla ağırlık vermemiz gerekiyor” gibi bir ifâdeye yer verişi de şunu isbât ediyor ki, Türkiye’li mülâyimlerin arz-ı sadâkat yarışı, patronlarının cidden tebriklerini hakk edecek seviyededir!.. Hele “AB değerlerine” gösterilen merbûtiyet ve sadâkatın, burada da tasdîk ve te’yîden ifâde edilir oluşu, İslâm Dünyâsı için, istikbâlin, ne kadar karanlık günler getireceğine bir isbât vesîkası hükmündedir. İslâm âlemi bütün bunları görmez ve tedbir istikâmetinde de tevekküle bâdî olacak cehd ü gayret ve birliğin içine girmezse, bu haçlı-yahudi oltasındaki mülâyimler eliyle, nice bâdirelere maruz kalmak vaz’ıyyetinde bulunacakdır...
Merhum müfessirimiz Muhammed Hamdi Efendi Hazretlerinin muhalled eserinde “fıskı ve küfrü temsil” remzi olarak, keyfiyet şeceresi apaçık ortaya konan; ve hayvan boynunda değil de, başka mahlukların boynunda yulardan bir pranga olarak taşıtdırılan “kravat” denen esaret lâlesi de, Davos’da, bir emirle gırtlaklardan çıkartdırıldı!!!
Yukarıda arz etdiğimiz gibi, “ağlâl” kelimesinin tefsîrinde “fıskı ve küfrü temsil” remzi olan kravat mevzuuyla bile, verilmek istenen mesaj, dehşete düşürücü mikyâsıyla aynen şudur:
-Bu beynelmilel esaret halkası, bizim emir ve irademizle boyunlardan geçer; ve yine ancak, bizim irade ve emrimizin tatbîki olarak da aynı boyunlardan çıkar!... Ve unutmayın ki, boynunuzda nasıl bizim irademiz cârî ise, başka taraflarınızdaki çamaşırlarınıza kadar da, giyip çıkartmak, bizim elimizdedir... Bu talimlerden geçerek, alışkanlık kazanmaya ve irâdemize râm olmaya ve itâat kesbetmeye bakın!..
İşte Davos denen yerde yapılan ictimâın, o “fıskı ve küfrü temsi” remzinin üzerinden bile ifâde etdiği ma’nâ ve tefsir...
­
İkinci bir nokta olarak da, Şii-İran sâbık devlet başkanı Hâtemî’nin, müslüman kasabı Bush ağzı ile Davos’da, bütün Dünyâ’ya ilan etdiği korkunç hezeyân! Buyrun:
-Bütün Dünya, Irak’daki milli hükûmeti tanımalıdır. Irak târihinde, bu ilk demokrasi tecrübesidir. Afganistan’da da, direnişcilere karşı başarılı olunduğunu zannediyorum...
Telaviv, Washington, Vatikan ve Brüksel ittifak şebekesinin Irak üzerindeki en baş taşeronunun kimler olduğunu gösteren yukarıdaki şii sözleri, müthiş bir vesika hükmündedir; ve, Kudüs merkezli mukaddes topraklar hakkında, perde arkasındaki o müthiş planların içyüzünü görmek, bu vesikadan hareketle ancak ortaya çıkabilir... Bugün medya denen iblis sûruyla, dünyâya üfürülen ittifak cebhesine ait topyekun planlar, bir hedef saptırmadan ibaret olub; bölgeye çizilen hedef de, İslâm’ı yok etmek; ve oradaki iktidârı, ittifak imkanı bulabilecekleri tek odak halindeki şiilere vermekden ibâretdir...
Yahudi-Haçlı ittifâkının, İslâm âlemi içindeki üçüncü ayağını kimin teşkîl etdiğini şimdiye kadar göremiyenler, önümüzdeki aylarda, bunu, bütün dehşetiyle kör gözlülerine kadar yediden yetmişine göreceklerdir... Tabiî küllî irâdeye âid tecellînin, her hesâbın üzerindeki münezzeh hesâbı, her zaman ve mekânda mahfuz tutularak...

29 Ocak 2007 Pazartesi

LAHEY KABUKLU GAVUR MAHKEMESİ


Milli Görüş lideri ve 54. Hükûmetin Başvekili Profesör Doktor Necmü’d-din Erbakan Beyefendinin basın organı Milli Gazete’nin 10 Ocak 2007 Çarşamba tarihli nüshasının 8. sahifesinde, Saadet Partisi kurmaylarından Doçent Doktor Oya Akgönenç bacılarının kaleminden:
“ – Yakalandığı andan beri Amerikalıların kontrolündeki bir bölgede hapisde tutulan ve aylarca trajikomik bir mahkemede, Amerikalıların tayin etdirdiği hakimlerce yargılanan Saddam’ı, asıp toprak altına gömene kadar (bizden: gömünceye kadar olacak) rahat edemeyen El Mâlikî acabâ şimdi neyin bunalımında?”
Tahrirat, ortalara doğru, “alınacak dersler” ara serlevhasından sonra, şöyle devam etmektedir:
“ – Böylesine bir dava MUTLAKA Uluslararası bir mahkemede, mesela Lahey Adalet Divânında görülmeliydi. Aynen, Bosna savaş suçlularının yargılandığı gibi. Bu hata tekrarlanmamalıdır.”
Milli Görüş’ün “modernist ve çağdaş” bacısı, alınacak dersin de, “modernist ve çağdaş” mîzâna uygun olmasını öğütlüyor. Öyle ya, Lahey Adalet Divânı dururken, dâvâyı Allah ve Rasûlüne ircâ’ edip, bir Şeriat mahkemesinde muhakeme edilsin diyebilir miydi hiç? Demek ki, bundan sonra zuhur edecek bu kabil dâvâlar için, mutlaka lâbis-i libâs-ı katrânî hâkimlerden müteşekkil kabuklu gavur mahallerine gidilirse; ve oralardan da adâlet zuhûr edeceğine inanılmış olursa, demek ki ders alınmış olunacak!..
Milli Görüş’ün “modernist ve çağdaş” bacıyânımına acaba sual edildikde:
“ – Pek sayın bayan bacıyânım! Cemaat-ı meşhureniz, hamamın namusunu değil de, partilerinizin namusunu kurtarmak için “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine” mürâcaatlarınızın neticesinde, demek, “iyi ders almış olmalısınız” ki, aldığınız bu derslerden, Dünyanın dahi azim istifadesine çalışıyorsunuz! En kalbî tebrikler... Avrupa kabuklu mahkemelerinden, İslamiyyetin lehine veya memâlik-i İslamiyyenin lehine veya hükûmât-ı İslâmiyyenin lehine bir tek karar çıkdığına, ne zaman ve nerede şahid olduysanız; ve buna, aklen ve naklen bir ihtimal bulunduğunu nerede gördüyseniz; ve yine bunun Şeriat-ı İslâmiyye nezdinde câiz olduğuna dair hangi akâit, fıkıh ve tefsir müdevvenâtında üç satırlık bir hükme rastlamışsanız, bunu da ortaya koymanız, ilmi haysiyyetiniz nokta-i nazarından size bir vecibe değil midir? Dîni bütün Milli Görüş cumhûr-ı ulemasının da, bu hususdaki “çağdaş ve modern” fetvalarına, âcilen ve serîan ihtiyac messetdiği, îzâhdan vârestedir. Ancak, hey’et-i fetâvânın, buna mübaşeretden evvel, blogumuzdaki "ULÜ'L-EMR, NİZÂ', TÂĞUT, MÜNÂFIK VE MUHÂKEME MESÂİLİ BEYÂNINDADIR... " serlevhalı yazımızdaki muharrer tefsir satırlarını kıraat buyurarak, feyziyâb olmaları da, mevzuun ve dâvânın imâna taalluk eden vechesi münasebetiyle ve âcil lüzûma binâen, harâretle tavsiye olunur... Bunun aynı zamanda:
“ - Millet-i İslamiyyenin, kefere mahkemelerinden adalet idhal etmek üzere oraların muhakemesine muhtac olduğu, dünya tarihinde görülmüş ve duyulmuş mudur ki böyle bir hal-i ibtizâle müsâraat edilmektedir!”
Deyû, mütehayyir, müzebzeb ve mütereddid bir halde kalan partili garib gurabâ ve fakir fukarâyı da rahatlatacağı îzâhdan vârestedir!.
Vesselâmu alâ menittebeal hüdâ..
  

24 Ocak 2007 Çarşamba

DÜNYÂYI SARAN PUT


Îmân ve küfür hattı, Âdem Aleyhisselâm’dan kıyâmete kadar devâm edecek; en ana ve asıl iki hat... Buna biz, biri (vahyin), öteki (nefsin) hâkimiyyetindeki (akl)a âid iki hat da desek olur...
Vahyin hâkimiyyetindeki akl, salâhiyyet, ihâta, tâkat, sâha ve her hududlu vasfını bilen, terbiye görmüş ehlî akl...
Nefs hâkimiyyetindeki akl ise, birincinin aksine terbiye görmemiş, gayr-ı ehlî yani yabânî akl!. Bu, ehlî aklın karşısında, vahye bir beygir tepinişiyle çifteler atan, binbir (yabânîler) kalabalığından mürekkeb bir cins...
Akl, vahyin değil de nefsin hâkimiyyetine girince, vahyi redd mecrûbiyyetini varlığının yegâne çâresi olarak görecek; ve vahye âid nizâmın karşısında, onun tersden bir mukallidi gibi durmaya çabalayacakdır... Frenkçeleştirirsek, (reaksiyonerliğin) yani aksü’l-amelciliğin cebhesini “sistemleştirecekdir”. Bu da, nefs hâkimiyyetindeki aklın cehdi ve havanda su dövmesiyle, nazariyyatda (felsefe) olarak fişlenir!

Bunun tatbikâtı ise, amelî sâhaya aksetmiş (tâğutlar) yani topyekûn devlet ve hükûmet sistemleri, partili ideolojiler, beşerî dinler, mistik faraziyeler, felsefî ekoller = mektebler, (ilkeli, ülkülü, tilkili ve türkülü) nakarâtlar v.s. olarak görülmektedir...
Bugün nefs hâkimiyyetindeki akl, en kabadayı şeklini, bütün dünyâyı saran bir iri (tâğut) olarak “halk” putu hâlinde allayıp pullamada; ve (bâtıl dünyâ dîni) mukaddesliği ile de bunu, misyonerlerinin eline tutuşturmada... Bu, nefs hâkimiyyetindeki aklın, doğrudan doğruya kendi kendisini ilâhlaştırmasıdır...
Vahyin, “Allâh’dan başka tanrı olmaz, yokdur” terbiyesiyle aklı ehlîleştirmesine mukâbil; (nefs hâkimiyyetindeki akl), “Allâh’dan başka tanrı halkdır, benim,ben!” deme ve dedirtme yabânîliği, vahşeti ve terörüyle, dünyânın tepesinde kıç atıp tepişmekde ve onun en büyük belâsı olmaktadır!..

Bunu biz aşağıdaki mısrâların başına “FELSEFE” serlevhasını kondurarak, manzûme yapısı içinden de şöyle tesbit edebiliriz...

FELSEFE
Eğer yapdı ise, ta'rif felsefe;
Yokdur onda vücûd, görülmez ucu!
Terâzîsi tezek, çamurdur kefe;
Tartmaz ele birşey, yalatır avcu!...

Sahrâlarda serâb, sudan ümîdse;
Ru'yâsında çoban, öyle hükümdâr!
Dolap beygirleri, nasıl dönerse;
Feylezof da saka, kırbasız abdâr!..

Gazâlî'm bulmadı “Sînâ” çölünde;
Birkaç avuç rahmet, içib kanmaya!
O kupkuru çöl ki, “Şifâ” va'dinde;
Ebû Hâmid başlar, hasta olmaya!...

Nûr-ı vahyi Yâ Râbb! Kıl âb-ı hayât!
Aklın serâbına bizi düşürme!
Tezekse terâzî, ilâcı berbât,
Şifâ” ararken kul, kabre yürütme!..